“İnsanlar açlıktan ölür mü anne?” diye sorardı midesi karnına yapışan minik yavru, “ölür müydü?” diye merak ederdi, belki de küçük bir mezardı kendisini bekleyen. “Ölmez!” derdi annesi, öleceğini bile bile…
Babasına sorardı, “fakirlik kaç gün sürer” diye. 40 gün cevabını alırdı minik yavru. “Peki kırk gün sonra insan zengin mi olurdu, yiyecekler etrafında pervane mi dönerdi?” yok her ikisi de olmazdı, insan kırk gün sonra alışırdı, alışırdı, alışırdı…
Ta ki, “merhamet” duygusu galebe çalan bir insan evladı duyana kadar…
Yardım kuruluşları seferber olurdu, televizyonlar ajite eden yayınlar yapardı, gazeteler duyguları sömürüp, aileyi kurtarma derdine düşerdi ve bir aileyi kurtarırdık sonunda.
Ya diğerleri?
Memenin ağzına gelmesini istiyorsan ağlayacaktın…
Ağlayacaksın ki sesini duyan olsun.
Ağlayacaksın ki, taşlaşmış kalpleri yumuşatabilesin.
Fakirsen eğer, açlıkla pençeleşiyorsan, üstelik sesin de gür çıkmalı.
Reklam şirketleriyle çalışmalısın, senin durumunu en iyi yansıtacak kareleri vatandaşın gözüne sokmalılar, yüreklere hitap edecek, bilinçaltını harekete geçirecek, duyguları canlandıracak şeyler olmalı…
İyi bir müzik, güzel bir çekim, can alıcı sözler ve gelsin yardımlar…
Bu mu yani?
İnsanlığımızı bile pazarlar olduk…
Açlık çekenin kimliğine, kişiliğine, dinine, mezhebine bakmak, insanlığı sorgulayan bir yaklaşım şekli olabilir.
Cezaevlerinde –her ne sebeple olursa olsun- insanlar ölüyor…
Göz göre göre açlık sınırını zorlayan bir zaman diliminde teker teker kaybediliyor.
Açlık grevi yapıyorlar, hak almak için.
Belki de “açlık grevi yapın!” emrini uyguluyorlar, emir verenler tokken.
Ama ne olursa olsun, gözümüzün önünde bir parça ekmeği yiyemeden gidecek insanlar var.
Belki yoksul değiller, belki önlerine gelecek yiyecekler var, belki daha iyisini yiyecek güce de sahipler.
Ama ölüyorlar, hem de açlıktan.
Ne istediklerinin çok önemi yok aslında.
Zaten istedikleri de önemli değil.
Hepimizin istediklerinden farksız…
Herkes anadilini konuşmayı ister.
Bir yerde değil, her yerde…
Sevinci de anadilde olmalı, ağıtı da…
Kürtçe televizyonun devlet eliyle yayın yaptığı bir ülkede, anadilde savunma hakkının olmaması, ancak kargaları güldürecek trajikomik bir olay olmaktan öteye gitmeyecektir.
Anadilde eğitimi konuşurken, anadilde savunma hakkının olmamasını hiç kimse izah edemez.
Mahkûmların çok talebi olabilir, insanların taleplerine de ulaşamayabilirsiniz ama önemli olan “taleplere” değil, insanlara nasıl baktığınızdır.
Karşınızdakini insan olarak görüyorsanız, sizin en temel haklarınızın olması doğalsa, aynı doğallığı bir diğerinden esirgemenin insanlıkla bağdaşmayacağınızı da bilmeniz gerekir.
Ve asla insanları öldürmemeniz gerekir.
Bugüne dek insanları öldürenlerin “yüceldiğini” gören olmadığı gibi, insanların ölmesini seyredenlerin de yüceldiğini gören olmamıştır.
Zor olan yaşatmaktır.
Her şeye rağmen yaşatmak…
Biraz taviz vermek, biraz taviz almak ama yaşatmak için adım atmak.
Kritik bir noktadayız, açlık grevine son vermemekte direnenleri, hayata döndürmek ama “Hayata Dönüş Operasyonu” gibi yapmamak gerekiyor.
Amaç, yaşatmak olmalı, açlık grevini bitirmek değil.
Bitirmek çok kolay!
Basarsın cezaevini, atarsınız içeriye gaz bombalarını, ölmeden de öldürürsün, ölürken de bir daha öldürebilirsin.
Ama niyetiniz yaşatmaksa, işte o zaman merhamet duygularıyla birlikte bugüne kadar esirgenen haklar da aklınıza gelir…
Allah’ın verdiği bir hakkı, kul olarak veya devlet olarak veya kurumlar olarak almanın insafsızlığıyla yüzleşebilirsiniz.
Demokratik açılım diyordunuz ya, buyurun işte fırsat, önce insanlık açılımı yapın, demokratiğiyse ardından gelsin!
Twitimden Seçmeler
“Alacak verecek kavgası kanlı bitti” haberine alışkın olduk. Yani Türkçesi; “tefeciler yine adam öldürdü”dür. Buna dur diyen de yok!