Öldürmeyen deprem konuşturur mu bilinmez ama ekranlara baktığınızda, bunun bir varsayımdan çok öte olduğunu anlayabiliriz ama konumuz ekran meraklısı uzmanların(!) konuşmaları değil, bizim gibi sıradan vatandaşların diyalogları…
Bu yaşıma kadar çok deprem duydum, çok acıya şahitlik ettim, bazı depremleri bizzat yaşadım.
Her deprem kötüdür ama içinde olduğunuz deprem, en kötüsüdür.
Her deprem kötüdür, sevdiklerinizi alan deprem çok daha kötüdür.
İnsani yönünüz varsa, bir vicdan taşıyorsanız, merhamet duygusuna da sahipseniz, uzak-yakın demeden, küçük-büyük ayrımı yapmadan her deprem sizde derin bir acı bırakır.
İnsanın, hayvanın, bitkilerin veya doğanın ya da kazanımlarımızın yok olduğu, tahrip edildiği, hallaç pamuğu gibi savrulduğu her doğal afet, insan yüreğini de yaralar veya yaralamalı.
Bu yazı bu kadar ciddi bir yazı olmayacaktı, insanların korkusuna dönük güldüren diyaloglara yer vermeye niyetliydim ama hepimizin bildiği gibi deprem çok ciddi bir afettir ve depreme hazırlıklı olmak, kendi canını ve sevdiklerinin canını düşünen herkes için bir ödevdir.
***
5 Mayıs 1986 yılında meydana gelen Malatya Sürgü Depremi, yaşadığım ilk ve en büyük depremlerden birisiydi.
13 Mart 1992 tarihinde meydana gelen Erzincan Depreminde de “ölümden kıl payı” kurtulanlardanım ve o günden bugüne “uzatmaları oynuyorum” diye soğuk espri yapmayı da ihmal etmeyenlerdenim.
17 Ağustos 1999 Gölcük ya da Marmara Depremi ise tüm ülke gibi hepimizi yasa boğan bir depremdi ve benim de sevdiklerimi alıp götüren bir depremdi.
Bu üç depremin hayatımda çok önemli yeri var.
İlk ikisini bizzat yaşadım, üçüncüsünü de yaşayan sevdiklerim vardı.
Ama hangisi olursa olsun, deprem başta olmak üzere bütün doğal afetler, insanın çaresizliğini ortaya koyar; acı verir, ıstırap verir, gözyaşı döktürür. Afetin yaşandığı bölgede onulmaz yaralar açar.
Savaş da böyle, işgal de böyledir.
Özgürlüğü ve yaşama hakkı elinden alınan insanların yaşadığı yerlerde de bir tür “afet” olduğuna inanırım ve afeti yapanların, zalimlerin en zalimi olduğunu düşünürüm.
***
Çok ciddi bir yazı oldu, inan elim mizahi yazı yazmaya gitmiyor sanki…
İstanbul’da işyerimin bulunduğu plazanın 8’inci katındaki ofisimde yakalandım dünkü Silivri merkezli İstanbul depremine…
Şükür öldürmeyen bir sarsıntıydı.
Ama konuşturan bir sarsıntıydı, daha öncekilerde olduğu gibi…
Deprem sonrası konuşmaları kaça ayıralım bilmiyorum, o kadar uzman olduğumu düşünenlerden değilim.
Ama bir abartanlar var;
-Allah seni inandırsın öyle bir sallandık ki, yer ayağımın altından kaydı.
-Dipten vurdu sanki, küt diye bir ses geldi.
-Bomba patladı sandım.
-Allah korsun, o ne biçim sallandık.
-Ama iyi sallandık.
-Gerçekten de iyi sallandık.
Bir de umursamaz kesim var;
-Ben hiç hissetmedim.
-Deprem olmuş ya, farkında değilim.
Bir de paranoyak kesim var;
-İçeriye girmem.
-Bu gece evde yatamam.
-Sakın eve girmeyin, sokakta kalın.
Benim depremi yaşadığım zamanlarda akıllı telefonlar olmadığı gibi, sosyal medya da yoktu. Yani depremin olduğu an, bütün ülkenin, hatta dünyanın duyacağı bir sisteme henüz ulaşmış değildik.
Şimdi anlık mesaj veriyor ve anlık “geçmiş olsun” dileği bekliyoruz.
20 milyonluk İstanbul’un en az 20 milyonluk “geçmiş olsun” telefonu çalıyor, şebekeler alt üst oluyor.
Sosyal medya sadece beş dakikada deprem tagı tavan yapıyor.
Dünyanın en ücra köşesinde sizin yaşadığınızın farkına varılıyor ama sizin derdinizle dertlenen aynı oranda olmuyor.
‘Oh olsuncular’ da hemen devreye giriyor.
Felaket tellalları ile iyimser uzmanlar kanal kanal geziyor.
-Beklenen İstanbul depreminin habercisidir bu.
-Bu deprem bir haberci değildir
-Artçılar gelebilir
-Artçılar gelmeyebilir
Böyle böyle işsiz kalan uzmanlar(!) birkaç günlüğüne evine ekmek götürecek program bulurlar, üstelik de “uzman” olarak bütün kanallarda arz-ı endam ederler, yazık gariplerime…
Ama şu bir gerçek ki, deprem, dünyanın dengesini bulmaya neden olan ve bazı katmanların yerine yerleşmesini sağlayan sarsıntılardır. Deprem, (istisnaları hariç) Allah’ın bir afeti değil, dünyanın bir kuralıdır. Yeryüzünde yaşayan bizlerin de ona göre tedbir alması gerekir. Evlerimizi daha sağlam, korunaklarımızı daha korunaklı yapmak zorundayız.
Şakaya gelmeyen ve bir türlü dilimin varmadığı da afetlerdir; “doğal” olan bir afettir.
Unutulmamalıdır ki, ne kadar hazırlıklıysak, o kadar az acı çekeriz.
Aslolan budur, gerisi hikâye…