Yedi yaşta Arslan Baba'm arayıp buldu;
Her sırrı görüp perde ile sarıp kapadı,
"Allah'a hamd olsun, gördüm" dedi izimi öptü;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
DİVAN-I HIKMET'ten,
Şu anda burada dışarıda kar lapa lapa yağıyor, görüntü zevk verici, oysa soğukta, dışarıdaki, yuvasız ve evsiz kalanları siz düşünün. Derecelerin göstergesinde, gündüz eksinin altında 8 -10. Geceleri eksi otuz beş kırk oluyor.
Öyle bir manevi duygum var ki tabii bana göre sımsıcak ve bu iç huzurumun nedenini anlatamam, hissettiklerim olabilir mi acaba?
Ben bu duygularla Yesevi coğrafyasında bulunduğum sürece yazmaya devam, edeceğim.
Ama anlatılması en önemli olan Hoca Ahmed Yesevi’nin hayatındaki eksik kaldığını hissettiği, nefsini doyurabilmek, emek vermek için on yıl süren bir sürece geldik. Köşe yazılarım da resimleyerek gezdiğimi yazmıştım. Onun için çilehaneye girmek, bir düğün gibi, onun için çilehane kendisine bahşedilen bir armağan, onun için çilehane kutsal görevin tamamlanacağı yer olmalı! Böyle düşünüyorum, acizane
Bir Ebru sanatını düşündüm, öd suyundan hazırlanan bu suya, bir sanatçı zihin tasarımını, ruh halini nasıl işliyorsa, hatta dünyamızı o suya nasıl çiziyorsa, Ahmed Yesevi’nin yaşadıklarının iz düşümünü görüyorsunuz o mekânda! Türbegahı gezip gördükçe Allah’ım burada yaşananları ancak sen bilirsin diye dua etmek geliyor aklımıza. Ayrıca dilinden dökülen o dörtlüklerde bir dua değil mi? Bir farkı var; o dualar Hz. Ahmet Yesevi duası! Allah’a teslimiyetin derecesini bir düşünün ki, orada yazılmış Divan-ı Hikmet. Nasıl bir ruh halidir? Ne kadar anlatsak eksik kalır, o hikmet karşısında!
Değerli okuyucular;
Mutluluğun sınırı var mıdır?
İşte kimin nerde mutlu olduğu bilinmez. Bizlerin "ÇİLEHÂNE" dediğimiz mekân, aslında, Hoca Ahmed Yesevi için mutluluk, huzur yeri diye tanımlanmış olmalı ki, bu büyük bu insan çilesini tamamladığında muradına ermiş, Divan-ı Hikmetin büyük bölümü burada yazılmıştır. Allah’a olan aşk, peygamberine duyulan sevgiden dolayı çilehaneye giren Yesevi, ilim ve irfan yolunda devam etmiş; Allah'a hizmet mertebesine ulaşmak için kula hizmeti şiar edinmiş; adeta duahâne okulu kurmuştur. Her faninin gideceği yolu burada tarif etmiştir. Çile ve zevk, bazen anlatılamaz, ancak yaşandıkça anlam bulur!
Türkiye'de iken - henüz gelmemiştik - Park'ta iki annenin konuşmasına şahit olmuşm: “Gece çocuğun, daha uyanmak üzere yaptığı hışırtıyı hissederek uyanıyorum. Bebeğimi, doyurma, emme saati geldi diye o yorgunluğuma rağmen mutluluktan uçarcasına koşuyorum yanına. Gecenin o saatinde insan nasıl da zevk alıyor onun capur-cupur emme sesinden, o emerken ben zevkten dört köşe! Bebeğim uyur uyumaz yatağına koyup be nde hiç uyanmamışım gibi tekrar uykuya huzur içinde devam ediyorum. Oysa ben eskiden başımda davul çalsalar uyanmazdım, uyanınca da bana öyle bir çile idi ki tekrar uyumak, ıztıraptan kıvranır dururdum. Uyu uyuyabilirsen” diyordu. O annenin mutluluk tarifi, yavrusuna olan aşk ve sevgisi üzerinden, değil mi? Sevginin ve aşkın nerde, nasıl kemale ereceğini düşünün bir! Allah aşkı, peygamber sevgisini yüreğinde hissedip bu güzel mekânda erenlerini aynı sevgiyle doyuran Yesevi’ den beslenmek, nasıl bir duygu acaba?! Varın siz düşünün!..
İslâmî ilimlerde derin bir kavrayış ve tasavvufta yüksek bir mertebeyi yakalamış olan Ahmed Yesevî, büyük bir tevazu sahibi olarak da tanınmıştır. İnsan emeğini yüceltmek için uyku dışındaki vaktini üçe bölmüş: Bunun üçte birini ibadet ve zikirle geçirirken, üçte birinde öğrenci yetiştirmiş ve ilimle uğraşmış; üçte birinde ise tahta kaşıklar yapıp satarak geçimini temin etmiştir. Yesevî’ye göre tasavvuf adamının da, mutlaka bir mesleği ve işi olmalıdır. “Kabiliyeti olmayanın, kerameti de olmaz” görüşündedir. Nitekim kendisi hayatı boyunca bu ilkeye bağlı kalmış, kaşık yontarak geçimini sağlamıştır. Ona göre insan, kim olursa olsun başkasına yük olmamalı ve kendi elinin emeğini yemelidir. Onun bu davranışı kendinden sonra gelen sofileri etkilemiş ve hepsi ilmî faaliyetten ayrı olarak geçimlerini temin ettikleri bir meslek sahibi olmuşlardır. Ona göre hak etmediği lokmayla, haram yollardan beslenenin, ne kendisine, ne de başkasına saygısı olur.
Bir menkıbeye göre Yesevî, yaptığı kaşıkları, kepçeleri öküzün heybesine koyar, yola sürermiş. Buna alışkın olan hayvan, kendi kendine pazara gider, dolaşırmış. İnsanlar bilir, heybeden malı alır, takdir ettikleri bir miktarı da heybeye bırakırlarmış. Arada durumu bilmeyen biri heybeden bir şey aşırırsa, öküz onun peşine takılır, elindekini heybeye geri koyuncaya kadar da peşini bırakmazmış. Allah yolunda olanların hizmetine koşan her canlı gibi…
Uzleti ve Vefâtı:
Divan-ı Hikmet'ten: Ahmed Yesevî, Hz. Muhammed’in ömrünü tamamladığı 63 yaşına geldiği zaman, onun yaşadığından daha fazlasını yeryüzünde olmayı kabullenemedi. “Artık bizim için yerin altı, yerin üstünden daha hayırlıdır” diyerek, tekkesinin bir tarafına yaptırdığı yaklaşık 2 m derinliğindeki bir çilehâneye çekildi ve vefâtına kadar 10 yıl hiç gün yüzü görmedi. 63 yaşından sonra Hz. Peygamberin görmediği dünyayı görmemeyi tercih etmiş, yıllarca bugün hâlâ kullanılan bir yeraltı yoluyla cemaate katılmış ve cuma namazlarına devam etmişti. Ahmed Yesevî’nin, âdeta bir sünnet-i nebevî olarak kabul ettiği bu hâle saygının kanıtı diyebileceğimiz hücresinin kalıntıları, bugün de muhafaza edilmektedir. Şiirlerinin toplandığı “Dîvân-ı Hikmet”, Ahmed Yesevî’ nin yeraltında uzlete çekilişini ve uzlet hayatı esnasında yaşadığı manevi halleri anlatan hikmetli dizlerden oluşmakta. Dîvân-ı Hikmet’ten anlaşıldığına göre, dizelerinin büyük bir kısmı da ilâhî ilhâmla bu mekânda onun dilinden dökülmüş ve yanındaki dervişler tarafından yazılmıştır. Ahmet Yesevi yaklaşık 10 yıl süreyle, ahret ehli biri gibi o daracık çilehanede uzletini sürdürmüş ve 73 yaşında da vefat etmiştir. Kaynaklara göre hemen çilehanenin yanına küçük bir türbeye defnedilir. Yıllarca bu türbe korunur ve ziyaret edilmeye devam edilir. Gün gelir, devran döner, birçok istilalardan sonra, Timur İmparatorluğu doğar.
Hoca Ahmed Yesevi Türbesi ve Kesenesi (kubbeli mekân):
Sultan Timur, Ahmed Yesevî’nin vefatından yaklaşık iki yüz otuz yıl sonra, Buhara’yı fethini müteakiben Yesi şehrine gelmiş ve 1398 yılında Ahmed Yesevî’nin mezarına güzel bir türbe ve külliye inşa ettirmiştir. Bunu, Yesevî’ye duyduğu şükran borcundan dolayı yaptığını ifade etmiştir. Zira Timur rüyasında Yesevî’yi görmüş ve ondan Buhara’yı fethedeceği müjdesini almıştır. İki sene içinde tamamlanan türbe inşaatı, cami ve dergâhıyla tam bir külliye hâlini almıştır. Zamanla harap olan türbe, bir rivayete göre Özbek Hânı Abdullah Hân, bir diğer rivayete göre de Şeybânî Hân tarafından tamir ettirilmiştir.
Daha sonra, talihsizlik sonucu Çarlık Rusya'sının egemenliğine giren bu coğrafyada türbe, milli park yapılmak istenir. Buradaki birçok eseri, hatta o büyük aş kazanını dahi Çarlık Rusya’sına götürmüşlerdir. Son dönemlerde Kazakistan makamlarının gayreti ile 1989 yılında getirilerek yeniden yerine konulmuştur.
Kazakistan Cumhuriyeti’nin doğuşunun ardından da Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı tarafından restorasyon çalışmaları tamamlanmış ve şu anki halini almıştır. Şimdilerde Türkiye Diyanet Başkanlığı tarafından yakınına mimari tarza uygun şekliyle bir de cami inşaatı yapılmakta olup bitmek üzeredir. Günümüzde bu türbenin bulunduğu camiye “Cami-i Hazret” bu camiinin bulunduğu Türkistan şehrine de “Hazret-i Türkistân” veya sadece “Hazret” denilmektedir. Ahmed Yesevî’nin türbesi yılın her mevsiminde ziyaret edilmekle birlikte, bilhassa senede bir defa “Zilhicce’nin onunda” bu türbede Türkmen, Özbek, Kazak ve Kırgız Türkleri tarafından görkemli merasimler düzenlenmektedir.
Ne zaman türbeye gitsem görüyorum ki, gelin, damat ve yakınları yanlarında getirdikleri hocanın dualarıyla gezip, ziyaret ediyorlar. Kur'an-ı Kerim okunuyor. Türbeyi başörtüsüz ziyaret edenleri, yetkililer hemen uyarıyorlar ve başlarını kapattırıyorlar. Ayrıca yine öyle güzel bir gelenek var ki, Türkistan'da hiç bir bina ve inşaatın yüksekliği türbenin kubbesinden daha yüksek olamazmış. Bu kuraldan dolayı şehrin imar dokusu bozulmamış görünüyor. Ahmet Yesevi gölgesindeki bu şehir, yüz yıllar sonra yeniden eğitimin merkezi olma iddiasında. Nitekim, Büyük Türkistan'ın manevi merkezi kabul edilen bu şehirde, tarihin dilini ve YESEVİ’nin hakkını yaşatmak için kurulmuş olan Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi hizmete girmiştir. Üniversitenin temelleri, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan NAZARBAYEV'in 6 Haziran 1991 tarihli kararıyla, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından kısa bir süre önce Türkistan Devlet Üniversitesi olarak atılmıştır. Ardından Türkiye ve Kazakistan Devletlerinin uluslararası antlaşmaları çerçevesinde ortak ve özerk üniversite statüsü kazanmıştır. Üniversitenin temel görevi, “Orta Asya'nın tarihî ilim ve kültür merkezi olan Türkistan şehrini kalkındırmak” olarak belirlenmiştir.
Bilim evrensel herkesin gönül boyutu ise bireyseldir. “Yarabb’im, bana hep lütfünle muamele et ve Türk milletini yücelt!..” duasıyla yazımın bu bölümünü tamamlar iken, gelecek haftaya yeni bir konu başlığı açmaya ne dersiniz?
Selâm ve dua ile!...
Hoşça kalınız.