Türkiye’de “resmi-sivil” ayrımında anlaşılmayan/anlaşılamayan bir yetki karmaşası var. Sadece bir kıyafet farklılığı olmasına rağmen “otorite” farklılığı varmış gibi yansıtılıyor. Resmi üniforma giyinen meslek dışında kalanların tamamına “sivil” diyoruz. Bir de “resmi görevi” olanların dışında kalanlara. İster resmi olsun, ister sivil, kamuda görev yapıyorsa “devlet memuru” veya “işçisi” diye de bilinir veya toptan “çalışan” diye tarif edilir.
Hepsi maaşını milletin vergileriyle oluşan bütçeden alır. Bir bakıma millet kendi maaşını ödediklerinden tahsil eder. Bu açıdan devlet, millet adına görev yapan sembolik bir organdan ibarettir ve devletin asıl sahibi milletin ta kendisidir.
Devlet görevlileri, görevlerinden dolayı millete efelenemez, dayılanamaz, haddini bildirmeye kalkamaz.
Ancak, ne yazık ki uygulama böyle olmuyor.
Millet, devleti oluştururken, “kargaşa önlensin, işler yürüsün” diye düşünmüş ve bu amaçla kurumsallaşmışlar. Bu kurumlar, milletten aldıklarını millete vermesi gerektiğinin bilinciyle faaliyet gösterir. Devletin esas görevi halka efendilik taslamak değil, hizmet etmektir.
Yolunu yapacak, suyunu getirecek, kanalizasyonunu eksik etmeyecek, eğitimini verecek, sağlık hizmeti getirecek de getirecek. Bütün bunların kaynağı da milletin vergileri ve ülkenin kaynaklarıdır ki, o kaynakların asıl sahibi de millettir.
İnsana hikâye gibi geliyor ama devletle millet arasında ki ilişki böyle bir şey.
Ama bizde farklı…
En ufak bir resmi kuruma müdür olarak görevlendirilenlerden bile “efendi” çıkabiliyor. Halka zulmediyor, anasından emdiği sütü fitil fitil burnundan getirecek kadar işleri yokuşa sürüyor veya vereceği hizmeti rüşvetle çabuklaştırabiliyor.
Bunu yapanın üniformalı veya üniformasız olması bir şey değiştirmez. Halka zulmeden, devlet olamaz, devlet görevlisi sayılamaz.
Eğer bu zulmün şiddetin arttırıp, ona tahakküm etmeye, baskı kurmaya, ayar vermeye, yaşam biçimini belirlemeye kalkarsa haddini aşmakla kalmaz, kim olduğunu haykırmak da gerekir.
Bir memur, halkın ödediği vergiyle aldığı ve halka hizmette kullandığı kalemini vatandaşın gözünü oymakta kullanamayacağı gibi, bir asker veya polis de, milletin vergileriyle alınan ve milleti korumakta kullanacağı silahı vatandaşa doğrultamaz, tetiğe dokunamaz, tankları caddelerde yürütemez, darbe yapamaz, darbe planları hazırlayarak, asıl işini unutamaz.
Üniforma giyen, benim eşimin, kızımın, bacımın, anamın kıyafetini belirleme küstahlığında bulunamaz. Benim neye inandığım, nasıl giyindiğim, hangi dili konuştuğum, hangi müzikten hoşlandığım, bürokratların ilgi alanına girmez.
Devlet görevlileri, halkı zapturapt altına almak için terör örgütü kuramaz, provokasyon yapamaz, taşeron örgütlerle eylemlerin içine giremez.
Kamuda görev alanla almayan arasında “üstünlük” olarak bir fark olmadığından dolayı “efendilik” taslamak kimseye düşmez.
Sadece yasalarla belirlenen görevi yapanlara, vatandaş olarak kolaylık göstermek gerekir. Mevcut yasaları beğenmesen de, “devlet” kurumunu asıl oluşturan olduğumuzdan dolayı saygı göstermemiz gerekir, ta ki değiştirene kadar.
Ama Türkiye’de bu böyle değil. Halen kimin oyunun katmerli, kiminin beş para etmeyeceğini tartışıyoruz. Halen üniforma giyenler devlet, giymeyenler düşman sınıfında görenler vardı, halen de var.
Neler gördük neler…
Bir zamanlar bazı bürokratlar eşlerini sokağa çıkarmazdı, başörtülü olduğu belli olmasın diye.
Namazlarını kazaya bırakırlardı.
Başörtülü anneler, bacılar asker oğlunu ziyaret edemezdi.
Lojmanda oturan askerler, başörtülü yakınlarını misafir edemezdi.
Ölümcül hasta olsan GATA'ya başörtülü giremezdin.
Cumaya gidiyorsan, bayramdan bayrama camiyi görüyorsan veya beş vakit namaz kılıyorsan bunları not eden işgüzarlar vardı ve o notlar yükselmenizin önündeki engeldi.
Herkesin laik olması gerektiğini düşünmek bir yana dayatanlar vardı. Laik olmayanların hepsi gericiydi ve gerici demek de, Müslüman demekti. Asıl gerici ve yobaz ise kendileriydi, çünkü ülkenin ilerlemesinin önündeki en büyük engellerdi.
Herkesin hırsız da olsa, namussuz da olsa, devleti soyup soğana da çevirse Atatürkçü olmaları gerektiğini dayatırlardı. Bunun yürekten olması gerekmezdi, yalancıktan olsun, çamurdan olsundu. Çünkü kendileri de o maskeyi kullanıyor öyle görününce, bütün pisliklerini örtüyor sanıyorlardı.
Ama artık örtmüyor.
Kamuda görev yapmak, aynı zamanda darbe yapma hakkını da hiçbir çalışana vermiyor, millete zulmetmeyi hak görmüyordu.
Bütün bunları devlet görevlisi değil, millet belirler ve uygulamaya bakarak nasıl yönetildiğine karar verir.
Eğer halen Ergenekon sanıklarını suçsuz görev varsa, bu ülkede en az dört darbeden habersizlerse, her darbe döneminde millete yapılan aşağılıkça muameleyi de bilmiyorlarsa o paşaların hepsi suçsuzdur, salıverin gitsin.
Ama değilse, o zaman o paşaları savunacaklarına, kendilerini savunmakla işe başlayabilirler. Kendini savunmak, yani haklarını savunmak bütün dayatmalara karşı durmakla olur, boyun eğmekle değil.
Twitimden seçmeler
Bir general eşi, duruşma salonunun önünde gazetecilere; “Bakın askerlere neler yapıyorlar” diye ağlıyordu. O eş, keşke aynı lafı 28 Şubat'ta da söyleseydi; “Bakın sivillere neler yapıyorlar” diye. Oysa şimdikine hukuk var, onda guguk bile yoktu.