Renkler evrensel anlamda insanlığın daima ilgi alanı, zevklerin, güzelliklerin, duyguların vazgeçilmez anlatım aracı olmuştur. Bu nedenle doğanın en önemli ayrıntısı kuşkusuz renklerdir.
Doğa sarıyla hastalanır, yeşille dirilir. Bu mevsimlik değişimler, ilk insanların inanışlarını da yönlendirmiş. Onların algılamalarına göre: Tanrılar, sonbaharda tartışır, kışın küsüşür, baharda barışır ve yaz boyunca da barışık yaşarlardı.
Doğada en yaygın renk kuşkusuz yeşildir. O, dirilişin, yaşamın da simgesidir. Yeşille dirilen doğa çiçeklerle döllenir, ürünlerle bereketlenir. Yeşil doğurganlığın ta kendisi, o murattır, berekettir ve zenginliktir. Halk, böyle algılar yeşili.
Gökte, denizde mavi özgürlüğü, sonsuzluğu çağrıştırır. Yeşil başaklar olgunluk dönemi sarıya dönüşür. Yazdan sonbahara geçişin gözlere sarıyla, erguvanla selâm duruşu ve de vedası ne etkileyici ne düşündürücüdür. Yaşam için ne iletiler var, bu değişimlerde bir düşünebilsek, algılayabilsek.
Diğer renklerin ve ara tonların büyüleyici güzelliği, kuşkusuz çiçeklerde görülür. Özellikle lâle bahçelerinde. Şair, “Bir lâle ol isterim Emirgân’da/ Eflâtun mor sarı/ Anam sütü gibi ak/ Kanım kadar kırmızı.”diyor. Lâlelerin en güzeli Emirgân’da yetişir. Güzeli olduğu kadar renk zenginliğini de burada görmeli. Dizelerdeki beş renge mavi ve siyahı da eklersek, yedi rengi buluruz, lâlelerde.
Siyah renk lâleye yakışır mı bilemem. Ama o olmazsa, beyazı nasıl kavrarız? Siyah belki de geceyi, karanlığı, matemi anımsattığı için sevimsiz gelir, insana. Böyle de olsa, onu yok sayamayız ki. O bir gerçektir. Karşıtının da belirleyicisidir.
Gülün, karanfilin, ortancaların da renk yönünden zengin olduğunu biliriz. Gülün kırmızı, pembe, sarı, ak, siyah ve ara tonlarına da yabancı değiliz. Ancak gül sözcüğü genelde kırmızı rengi çağrıştırır. Bu rengiyle gül, edebiyatımızda temel motiflerden biri olmuş. Özellikle divan edebiyatımızda gül-bülbülle birlikte anılmış, hep. Gül rengini dikeniyle kanattığı, bülbülün kanından almış. “Gülünü seven, dikenine katlanır” atasözünün bu özveriden kaynaklandığı düşünülebilir. Gül-bülbül ikilisi, (aşkta: seven - sevilen) divan edebiyatının vazgeçilmez mazmunu olarak, yüzyıllarca işlenmiştir
Var olduğundan bu yana, çiçeklerle, renklerle dost ve barışıktır, insanlar. Ev, bahçe, balkon ve parklarda çiçek ve renklerle iç içe yaşarlar.
Kadının çiçeğe düşkünlüğü, onun doğasındaki inceliği, güzelliği yansıtmaz mı? Renkler, dostluğun en etkin aracı da olur, çoğu zaman. Zengin renklerden oluşan, bir gül ya da karanfil demeti, içimizi ısıtır, katılıklarımızı yumuşatır. Dilimizi çözer. İçimiz dışımız, çiçekleniverir. Sımsıcak dostluğun filizlendiği zaman dilimini sunar, mutluluğun iç erincinin de kapılarını o aralar.
Çiçeklerdeki zengin renkler, gözümüzü, gönlümüzü alır, bizi mutlu iklimlere taşır. Hiç bir nesnede çiçeklerde olduğu kadar zengin ve etkileyici değildir, renkler.
“Renklerle zevkler tartışılmaz” deyişi doğrudur, elbette. Öncelikle giyimde kuşamda renklerin seçimi, zevklerin dışa vurması, diyebiliriz. Onca kumaş renkleri ve yüzlerce ara tonlarının ilgi görmesi boşuna değildir. Bu, zevk farklılığının renklere yansıması ve onunla ifade edilmesidir kuşkusuz.
Özellikle kadınların renklerden yana çok titiz olduklarını gözleriz. Düğünde, bayramda, toplantılarda en cıvıltılı renkleri onların üzerinde görürüz. Renkler kadın güzelliğine, inceliğine çekiciliğine zenginlik ve alımlılık katar. O nedenle kadınlar renklere daha duyarlı, onunla daha barışık ve dostturlar. Ve de iç içe yaşarlar.
Koku (aroma) zevki de oldukça farklıdır, renklerde olduğu gibi. Gül, menekşe, karanfil, hanımeli ya da limon kokusu, farklı zevklere seçenek sağlar. Ayrıca bayıltıcı akasya, ful, iğde kokuları da yabana atılmamalı. Çiçeklerin renkleri kadar kokuları da çok çekicidir.
En güzel kokular doğal çiçeklerdedir. Kır menekşesi, kayalık sümbülü, bataklık nergisi gibi. Yabangülü belki alımsız. Ama en güzel gül kokusu ondadır. Oysa aşı gülleri, çok gösterişli, göz alıcı olmasına karşın, kokuları yoktur. Kimi insanlar da böyle değil mi?
Bu da bize dış görüntünün aldatıcı, yanıltıcı olduğunu göstermez mi? O yüzden asıl zenginliğin özde ve doğallıkta aranması gerekmez mi?
Çiçekler, renkler alımları ve özellikleriyle folklorumuza da girmiştir. Duygularımızın, sevgilerimizin ve aşklarımızın anlatımına aracı olmuşlar: “Al yanaklım(...) /Gül yanaklım(...) /Gonca dudaklım (...)/Kömür gözlüm(...) /Yeşil gözlüm(...) /Zeytin gözlüm(...) /Bak yeşil- yeşil. Mavilim mavişelim(...) /Sırma saçlım(...) /Sarı saçlım(...) /Karanfil oylum-oylum(...) /Mor menekşe boyun eğmiş /Nergis gözlüm(...) /gibi. Sevgiliye sıfat olmuş, ad olmuş, onun yanakları, saçları, gözleri ya da dudaklarıyla özdeşleşmiştir, renkler.
Bir de halk deyişinde renklerin dili var: Gülün beyazı masumluk, kırmızısı aşk, pembesi gönlüm sende, sarısı ayrılık-hüzün, gül goncası ilahi aşkı simgeler. Yeşil murat, siyah uğursuzluk, mavi sonsuzluk, Mercedes gülünün ise, melankoliyi çağrıştırdığına inanılır.
Çiçeklerin, renklerin dilleri bunlarla da sınırlı değildir, elbette. Çiçek literatüründe çiçeklerin de renklerin de insan duygularının anlatımına aracı olan, zengin bir dilinin olduğunu biliyoruz. “Renk-renk ve lüle-lüle/Neşe saçar gönle/ Sevimli şen çiçekler.” Dizelerinde, şairin duygularını paylaşmamak olası mı?
Unutmayalım ki; bitkilerin ürünleriyle beslenir, çiçekleri ve renkleriyle sevişir, kokuları ile ferahlar, simgesel dilleriyle de anlaşırız. Onlar, evrensel boyutta sevgi, güzellik, incelik, yaşama sevinci ve iç erincimizdir dersek, yanlış mı olur?