Her kar yağışında sınıfta kalan belediyelerin bir türlü sınıfı geçmek için çaba harcamamasına şaşar dururum.
Üstelik Meteoroloji Genel Müdürlüğü işi gücü bir yana bırakıp, “uyarı” üstüne uyarı yapması da hiçbir işe yaramıyor.
Hani bazen sarı, bazen kırmızı, bazen vişneçürüğü renginde uyarıda da bulunuyor ama anlamayan belediye anlamıyor, hatta anlayan belediyenin olduğuna şahitlik eden de çok zor bulunuyor.
İşte yine böyle bir gün, İstanbul’da…
Fark etmez, İstanbul’da veya Anadolu’nun bir başka ilinde…
Ha orada ha burada ha az ötede, belki de biraz beride, biraz geride…
Ya da İstanbul’un farklı farklı ilçelerinde, al birini yarıştır diğeriyle.
Değişen bir şey yok.
Ya sorun bende ya bende olan sorun onlarda yok.
Farkına varmış olmalısınız ki, sabahın ilk ışıklarıyla düştüğüm yolda bir yandan karla debelenirken, diğer yandan açılmayan gözümü güne hazırlama derdindeyim.
Uyan be kardeşim, uyan! desem de vücut halen güne hazır değil.
Kimya bozuk belki, belki de fizik kuralları bir türlü yürürlüğe girmiyor.
“Rızkımı ver!” diye bir el uzandı tam gözümün içine doğru.
Metrobüse az kalmıştı.
Karlı yolu buzlama zahmetine girmeyenler yüzünden aracımı evde bırakmış, Koronavirüs salgınını da hiçe sayarak toplu taşımayla taşınmayı göze almıştım.
Paltoma ve atkıma sarınmış, açılmayan gözümle, aydınlanmayan havada işe yetişme telaşındayken, “Rızkımı ver” diyen dilencinin yanlış adrese geldiğini anlamak için günün saatlerinin biraz daha kovalanması gerekti.
“Haşa” dedim adama ama adamın rızkını alma niyeti öyle laf olsun diye söylenmiş bir söz değildi.
Tekrar önümde durdu, “Rızkımı ver” dedi.
Ben yine bir yandan “Ya sabır” çektim, bir yandan da “haşa” demeyi sürdürdüm.
Ama adam dikkatimi de çekmişti.
Üstelik beni uyandırmıştı da.
Nasıl olduysa oldu kendime geldim.
Bir yandan sabır çekerken, bir yandan “haşa” derken, bir yandan da adamı incelemeye koyuldum.
60 yaşlarında vardı sanırım.
Başında siyah bir külah vardı, sakalı berber yüzü görmüş değildi.
Yüzündeki kırışıklık, kirli kalın montu sokakta yaşayan bir gariban olduğunu gösteriyordu ama bu soğukta da sokakta yaşanmaz ki.
Ahh yine belediyelere geleceğim, Allah aşkına şu belediyeler arada bir “insani” iş yapsa olmaz mı?
Ben adamı incelemeye koyulmuşken, adam bir daha ama bu defa daha sert bir şekilde, “Rızkımı versene be adam” demez mi?
“Haşa” dedim ve devam ettim, “Biz rızık alan konumundayız. Rızkı Allah’tan isteriz, sen de öyle yap”
Adam sinirlendi, “Biliyorum be adam. Ben rızkımı senden istemiyorum, daha o kadar kafayı sıyırmadım, imanımı kaybetmedim. Ben, senle gönderilen rızkımı neden vermediğini soruyorum” deyince bende uyku muyku kalmadı.
Elbette öyleydi, nasıl da kaçırmıştım.
Yüce yaradan kendi eliyle bütün cihana rızık dağıtmıyordu ya, birilerinin eliyle, birilerinin aracılığıyla, birilerinin vasıtasıyla, bir sebeple, bir çabayla, bir emekle dağıtıyordu.
Bazıları iç ediyor, vermiyordu, bazıları bir imzayla bütün bir kentin hakkını zıkkımlanabiliyordu.
Bazıları alıp alıp kaçıyor, kaçıp kaçıp alıyordu.
Rızkı veren Allah’tı elbet…
Ama rızık benim, senin, öbürünün eliyle ulaştırılırdı, ihtiyaç sahiplerine…
Belki biz aracıydık, belki siz, belki hepimiz…
Bazen çalışmamızla, bazen emeğimizle rızkımız gelirdi, bazen emeğimizin karşılığı da çalınırdı. Eh biz de kalanla yetinirdik.
Hiç kimse bir başkasına rızık vermezdi. Hiç kimse bir diğerinin rızkını temine görevli değildi ama verilen rızkı sahibine ulaştırmakla görevliydi.
Belki de herkes görevini yapmalıydı, hem maddi hem manevi.
“Rızkımı ver be adam!” diyen adama verilmek üzere bana ulaştırılanı vermekte tereddüt etmedim. Rızkı o kadar mıydı, bendeki hissesi mi buydu bilmiyorum ama o doğru adresteydi, biz yanlış yerdeydik…