İbadet, samimiyet gerektiren en yüce görev olduğu için yazının başlığına aldım ama merak ediyorum, dünya ne kadar samimi, insanlar ne kadar samimi, biz ne kadar samimiyiz, siz ne kadar samimisiniz?
Belki de hayatınız boyunca farkına varamayacağınız tek gerçektir bu; bütün içtenliğimle söylüyorum…
Bir dizi miydi, film miydi hatırlamıyorum; bir karakter, Allah seni inandırsın ki, diye başlar “bütün samimiyetimle söylüyorum” deme gereğini duyarak, söyleyeceğini söylerdi.
Söylediklerinin ne kadarının inandırıcı gelip gelmediğini bilmiyorum.
Şimdilerde hiç gelmiyor.
Sanırım bir romanda okumuştum, samimiyetten bahsederken;
İki insan arasında bu yoksa hiçbir şey yoktur.
Aşkı da alır götürür uçurtmalar gibi bir ağacın en olmaz dalına takar.
Ne arabanın, ne evin, ne paranın yokluğuna benzer.
Ne de tatsız tuzsuz ekmeğe.
İkamesi yoktur.
Ne yaşla ilgisi vardır, ne akılla.
Ne integralle varılır ona, ne çok okumakla, yoksa yoktur.
***
Gerçekten de samimiyet yoksa hiçbir şey yok demektir; ne sevgi, ne aşk, ne dostluk, ne muhabbet, ne sır, ne aile bağları…
Samimiyet yoksa ibadet bile yük olmaktan öte değildir.
Samimiyetsiz hiçbir şeyin ne anlamı vardır, ne de gereği…
***
Oldum olası yemin etmeyi sevmeyen birisiyim.
Ağzımdan çıkanın söz olduğu inancıyla, yeminle katmerleştirmeyi uygun görmem.
Ama elbet bu dönemler çoktan geçti.
Şimdi bir yemin ediyoruz ki, “dönemem” derken yüzümüz kızarıyor.
İnsanların gözünün içine baka baka yalan söylüyoruz.
Yaptığımız işte samimi değiliz, ilişkilerimizde samimi değiliz, davranışlarımızda samimi değiliz ve samimiyetin “s”sinin olmadığı bir dünyada, bir arada ve huzur içinde yaşayacağımızı sanıyoruz.
Sanırken bile samimi değiliz.
Yeminler ediyoruz samimi olduğumuza inandırmaya çalışıyoruz; Allah billah aşkına diye bütün bildiğimiz yeminleri sıralıyor ama kimseyi inandıramıyoruz.
İnanmak isteyen de samimi değil, inandırmak isteyen de…
Yaşadığımız olaylara baktığımızda ve bunu bütün samimiyetimizle ölçüp tarttığımızda daha net anlıyoruz.
Oysa eskiden yemin edilmezdi, duruş yeterdi.
Korkarım ki insani ilişkilerimiz tümden heba olmak üzere.
Bir arada yaşadığımız insanlara güvenemiyoruz.
Amir memuruna güvenmiyor, memur amirine…
Baba çocuğuna güvenmiyor, çocuk babasına…
Aynı partide insanlar bir birinin kuyusunu kazıyor; yüzüne gülüp, arkasından küfrediyor.
Aynı cemaatte insanlar bir birinin arkasından konuşuyor.
Daha demin çaya muhabbet katan can ciğer dostlardan birisi ayrıldığında ardından söylenenler, yüz kızartacak cinsten.
Bir ömür bir arada olacağına yürekten yemin eden çiftlerin gizli kapaklı işleri, her ikisinin de yüreğinde derin yaralar açıyor.
“Seviyorum” diyen, seviyormuş gibi yapıyor.
“Sevmiyorum” derken yürekten seviyor.
Dostça muhabbetinizin sonunda, can ciğer kuzu sarması olan dostunuzun “ağzından ne laf aldım ama” diyeceğini hesap edemezsiniz.
Siyasette, her söylediğinizin, daha sonra aleyhinize kullanacağı yol arkadaşlarınızın olduğunu iş bittikten sonra öğrenirsiniz.
Birlikte yol aldıklarınızın, yolda bulduklarını değişmesi, samimi olmamasındandır.
Yola çıkan da samimi değil, yolda bulunan da.
Herkesin bir çıkarı, bir amacı, kirli hesapları var.
Ve kimin kirli hesabı olduğunu, kimin ihanet içinde bulunduğunu, kimin yürekten sevdiğini çözemiyorsun.
Samimiyetsizlik, topluma o kadar yerleşmiş ki, beden diliyle bunu bilmek imkânsız hale gelmiş.
Sanki.. sanki mimiklere estetik ameliyat yapmışlar, farkına varman imkansız.
Kusursuz bir samimiyet var; hayal kırıklığı yaşayacağın ana dek.
Kendinden emin olamıyorsun, “acaba ben de samimi değil miyim”, diye kendi kendini sorguluyor ve belki de bu arada kendine bile yalan söylüyorsun.
Hiç kimse kimseye güvenmiyor.
Güven vermeyenler, güven duyulmayan yerlerde çalışıyor.
Elini tutuyorsun, yüreğine dokunamıyorsun.
Elini tutan, kolunu istiyor.
İnsani ilişkilerimiz heba olmak üzere. Hani derler ya “birileri buna dur desin” aynen böylesine tehlikeli bir dönemde yaşıyoruz.
Tehlikeli olmasının esas nedeni, söylenen sözün, yapılan davranışın, edilen yeminlerin gerçek olup olmadığının bir türlü ispatlanamamasıdır.
Ne karşındakinin, ne senin, ne benim, ne diğerinin…
Oysa herkes biliyor ki, samimiyet varsa yani içtenlik varsa güven vardır.
Çıkar varsa ortada samimiyet yoktur.
Samimiyeti, iyi niyetli olmanın kardeşidir.
Ama bu kardeşlik olarak değil, kalleşlik olarak kullanılıyor.
İyi niyetli olmak, her zaman darbe yemek demektir.
İyi niyet, suiistimale açıktır.
Ve her zaman iyi niyetli olan, zarar görendir.
Böyle bir durumda “kötü niyetli” olmak övgüyü hak edecek hale gelmişse, durup düşünmemiz lazım.
Tek taraflı samimiyet, iyi niyetin katledilmesini de beraberinde getiriyor ne yazık ki…
İki taraflı samimiyet, dostlukları pekiştirir, ilişkileri sağlamlaştırır, toplumları bir arada tutar.
Ama hep bir tarafın samimi olduğu yerlerde; samimiyet cezadır, beladır, alt edilmesi gereken düşmandır, kurtulmak zorunda kaldığınız kötü huydur.
Oysa insan güven duymak ister.
Yapmacık değil, içten bir sevgiyi, yürekten kopuk gelen sevgi sözcüklerini bekler.
Sevse de, sevmezse de bunu dobra bir şekilde duymak ister.
Herkes bunu ister ama herkes aynı ikilemin içindedir; ya kendisidir samimi olmayan ya muhatabıdır samimiyetle alakası bulunmayan…
Böyle bir dünya hiç samimi değil, hem de hiç…
Tweetimden seçmeler
Çoğunlukla yediğimiz darbeler umurumuzda olmuyor, darbeyi ummadığımız kişilerden yememiz acıtıyor.