Sıcaktan bunalınca parkta soluklanmak istedim, belki bir de çay içerdim, yorgunluğumu alan, hararetimi dindiren ve bana seni anlatan çayı.
Uzun zaman oldu görmeyeli, çay deyince aklıma geldin yine, zaten aklıma gelmen için bahaneden çok ne var?
Sanki park bugün daha sakindi ya da başım kalabalık olduğundan, bana sakin geldi.
Bir köşeye çekileyim istedim, çok fazla göze batan yer olmasın. Her gelen selam verecek, hal hatır soracak, “iyiyim” diye yalan söyleyeceğim, yine yalan söyleyeceğim. Bıktım yalan söylemekten, iyi değildim, senli değildim, sende değildim.
En köşedeki banka oturdum. Bir yandan da gözüm garsonu arıyordu, çay söyleyecektim iki tane, birisi tek şeker, birisine şeker katmaya ne gerek var?
Az ileride iki çocuk oynuyordu, köşede iki yaşlı sohbet ediyor, tam karşımda orta yaşın üstünde iki kadın da benim gibi soluklanıyordu.
Toplasan 10 kişiyi geçmezdi ama parktı işte, kalabalığın uğrak yeri.
Ne zamandır kalabalıktan kaçıyorum, bilmiyorum.
Hep siniyorum bedenime, başımı gövdemden çıkarmak istemiyorum; Ne konuşmak, ne yazmak, ne kalabalıklara karışmak.
Yine en iyisi de yazmak; seni yazmak, sana yazmak, hayatı yazmak, olmayan yarınlarımı yazmak.
Ben garsonu ararken, garson elinde bir tepsi çayla geldi, sanki parkta kaç kişi var, çayı kime satacak?
“Amca” diye seslendi, “çay içer misin?”
Eskiden olsa “amca” lafına sinirlenirdim ama şimdi kendimi “dede” hissediyorum; sen yanımda olmayınca genç olmak da, genç görünmek de bir anlam ifade etmiyor.
Ben tam “ver” diyecektim ki, yanımda bir başka gölge belirdi.
Gelen yaşlı bir amcaydı…
Benim yaşlarda diyebilirim ama benden daha fazla çökmüş.
Konuşmamak için çok fazla dikkat edemedim ama elinde baston vardı. Haki bir ceket giyinmiş, rengi kaçmış lacivert bir pantolon altındaydı. Sırtı kamburlaşmış gibiydi, yanakları çökmüş, saçlar ağarmış, sakalı kar beyaz…
Alnında derin çizgiler hemen kendini belli ediyordu, ayrıntıya dalıp öğrenmeniz gerekmiyordu. Gözleri ne renkti bilmiyorum ama etkileyici bir bakışı vardı, biraz acı, biraz hüzün, biraz şefkat…
Bana göre amcaydı, belki üç, belki beş yaş büyüktü ama büyüktü…
Sohbetten kaçıyordum ama o yanıma oturdu, garsondan iki çay istemek de şart oldu…
Selam verdi, “merhaba” dedim ama daha fazla konuşmasın diye de içimden geçirdim, daha fazla konuşmasa, daha fazla kafamı karıştırmasa…
İki çay isteyecektim, biri sana, biri bana olacaktı ama yaşlı amca kafamı karıştırdı, senin çayı kendisi aldı. O tek şeker attı, ben de her zamanki gibi şekersiz…
Bir şeker attığı bardağı, on şeker atmış gibi karıştırdı ve o şıngırtı beynimi zonklattı durdu. Ne bitmez bir karıştırmaymış…
Ben şekersiz çayımdan bir yudum aldım, aklıma çaya katık ettiğim muhabbetin geldi.
Ne güzel katık ederdik, ne güzel konuşurdun, nasıl da sana bakar dururdum. Öyle güzel, öyle akıcı ve öyle farklı farklı konulardan bahsederdin ki, seni dinlemek, seni yaşamak gibiydi. Seni yaşamak da zaten seni dinlemeydi.
Seni sevmek, seni dinlemekti, sana bakmaktı belki, yaşamaktı bu ve bütün bunlar çayla bir başka anlam kazanırdı.
Çayı sevmem, seni sevmemdi belki.
Gözlerin geldi aklıma, gül yüzün…
“Ahhh gül, ahh!” diye bir ses duydum, gül yüzün dile mi geldi diye sağı solu kontrol ettim.
Ses amcadan geliyormuş.
Aslında uzatarak söylediği bu “ah”ı sormam gerekirdi ama sormadım, konuşacak halim yok.
Peki bu “gül” neydi?
Neyse ne, bana ne?
“Ne oldu, sevdiğinden mi ayrıldın?” dedi bana, şaşırdım.
Niye üzerimde “sevgilisinden ayrıldı” diye tabela mı vardı?
“Ben bilirim” tarzında başını salladı, gözlerimin ta içine baktı, ürperdim…
“Ben de ayrıldım” dedi ve devam etti, “hem de severken”…
Al başına belayı. Ben konuşmak istemiyorum ama amca beni meraktan çatlatacak. İnsan severken ayrılır mı?
Daha fazla dayanamadım, “İnsan sevdiğinden ayrılır mı, severken ayrılır mı?” dedim. Ayrılırmış, canlı kanlı karşımdaydı işte…
Çayından bir yudum aldı ve derin bir nefes de hemen ardından…
-Yoruldum, çok yoruldum, diye başladı konuşmaya. Zaten yorgunluğu her halinden belliydi.
-Eskiden böyle değildim, gençtim, güçlüydüm, yakışıklı olduğumu da söylerlerdi…
Benim için de derlerdi, neye yaradı ki, diye düşünmeden edemedim.
-Ama onun yanında gençtim, onun yanında güçlü, onun yanında yakışıklı, diye devam etti yaşlı amca.
-Ben onunlayken elimle tüm binaları itip, yıkacak kadar güçlü hissederdim kendimi…
Belki yapamazmış ama öyle hissedermiş.
-Canım sıkıldığında dinlerdim, her şeyi unuttururdu o güzel sesi. O konuşunca, neden yanında olduğumu bile düşünmezdim, orada olmam gerekiyordu, oraya aittim, onlaydım, ondaydım.
-Çok seviyordunuz herhalde, dedim, benimki de laf işte…
-Çoook, diye uzattı ve gözleri uzaklara daldı.
-Öyle çok sevdik ama o zaman pek görüşemezdik. Öyle kaçak göçek belki.
-Ne güzel, dedim amca devam etti.
-Her şeyin çok güzel gitmesi bizi ürkütüyordu, deli deli çarpıyordu yüreğimiz, ben aşktan sanıyordum, korkudanmış…
-Neden, diye deşeyim dedim…
-İşte bir şey engel olacak ya önüne geçemiyorsun dinle bak, dedi ve yine gözleri uzaklara daldı, bir yudum daha aldı çayından…
-İki gün sonra gülümü istemeye gideceğiz. Ben heyecandan bir haftadır uyuyamamışım. Babam yanıma geldi, yüzü asıktı, canı sıkkındı besbelli. Masraftandır diye düşündüm. Kız istenecek, nişan yapılacak, takıdır, eşyadır, çeyiz dizilecek.
Babam yanıma geldi, oturdu ve bana da oturmamı işaret etti.
‘Ben bir karar verdim almayacağım o kızı sana!’ dedi, çok kolay söyledi, nasıl da kolay söyledi, bu kadar kolayca bir hayat yıkılabilir miydi, başka kelime, başka cümle, başka balyoz, başka tokmak bulamadı mı?
Şok oldum, dilim tutuldu, elim, ayağım titredi, gerisini pek hatırlamıyorum.
Belki çocukluktan, belki cahillikten, belki yetişme tarzından ‘neden’ diye soramadım bile…
Bana korkakmışım gibi bakma. O zaman öyleydi; cevap veremezdik, belki de ayıplarlar diye itiraz dahi edemezdik.
Babam istemeyince aşkımız bitti, nasıl bitti bilmiyorum, bitti mi onu da bilmiyorum, çok da hatırlamıyorum o kısmı.
Yaşlandık, hafıza, en acımasız oyununu oynuyor bizim yaşlarda. Bak, ben eskiden yorulmazdım da, ne sevmekten, ne çalışmaktan, ne özlemekten.
Sustu, bir yudum çay aldı, bir yudum daha alıp, bardağı kenara bıraktı ve devam etti.
-Şimdi yorgunum, çok yorgun; ellerim yorgun, ayaklarım yorgun, beni taşıyan bedenim yorgun.
-Hiç tepki vermedin mi, diye sordum amcaya…
-Babama bir tepkim olmadı ama bütün tepkim bedenime oldu. Babam gidince hıçkıra hıçkıra ağladım. Ne kadar ağladım, ne kadar yaş akıttım, ne kadar ciğerimden parçalar koptu bilmiyorum.
Tam altı yıl boyunca sevdik, altı yıl boyunca kavuşmanın hayalini kurduk ve her an bir ömür mutluluğun resmini çizdik zihnimizde.
Onu her şeyden sakınırdım, gözümden bile sakınırdım. Bütün zorluklara onun için katlanmıştım. Onla bir dakika görüşmek için altı ay yol yürümek gerekse yürürdüm, gözümü kırpmadan…
Bu kadar sevdiğim, bu kadar umut beslediğim birisi, babamın gözünde bir hiçti. Bizim 6 yıllık sevdamızın geleceğini belirleyen babamdı, hem de bir anda…
Ne yani o güzel yüzü bir daha görmeyecek, o güzel sesi bir daha duymayacak mıydım?
O gözler artık bana bakmayacak mıydı?
Oysa ben onu istiyordum, bütün güzelliğini, o ipek saçlarını. Hani geçmişim güzelinden çirkinden, fakirden, zenginden,istiyorum o kızı. Seviyorum anlıyor musun?
Anlıyordum, en azından yüreğime sorduğumda benzer şeyler hissedebiliyordum.
-Ama, diye devam etti yaşlı amca, “Ama anlatamamışım, bunu hissettirememişim. Babama nasıl yandığımı gösterememişim. Belki anlatsam da anlamazdı. Halen ben anlatıyorum, sen bile anlamıyorsun, inanmıyorsun belki de…
Sustu yaşlı amca, çayını yudumlamaya hazırlandı, sonra elinde bardak olmadığını anlayıp, gülümsedi, acı acı.
Gözleri uzaklara daldı ve birden devam etti;
-Bazen bir acayip düşer aklıma, düşmek denmez ya çakılıp kalır. Aklıma gelince kalbim yerinden oynar. Bu yaştaki kalp, bu sevmeyi, bu özlemi kaldıramaz, kıpırdar ha kıpırdar. Kalbim bile terk ediyor beni ya da şaka yapıyor, kim bilir, belki de götürmeye hazırlanıyor…
-Biraz da peltekti, dedi gülümsedi ama öyle hoş gülümsedi ki…
-Kulakları çınlasın, ara sıra duyar gibi olurum; o ses hep ağlatır beni. Evliyim, çocuklarım, torunlarım var. Yaşları uzun olsun. Duysalar bana neler söylerler ama bugün dönse, gelse, adı batasıca, ‘yok git’ der miyim bilemiyorum.
Yine sustu yaşlı amca, bu defa kızarak devam etti; Şerefsiz köklerini salmış bir kere, dedi merak ettim, kökünü salan ne diye...
Devam etti yaşlı amca…
-Kökünü salmış içime, bu severek ayrılmak ağacı.
Boşver der gibi elini omuzuma koydu “Hayat devam ediyor, biliyor musun? Boğazın acıyla düğümlense de ediyor. Yutkunmanla besleniyor, nefes almanla büyüyor acın. Ahh Gül ahh! Kaçalım dedim, kaçmadı. Kaç bahar geçti ağlamakla be güzelim. Bari gelmese aklıma şu kırmızı entarin…
Deminden beri parkta çalan türküyü mırıldanıyormuşum haberim yok. O an farkına vardım;
Batan gün kana benziyor, yaralı câna benziyor esmerim vay vay...
Ah ediyor bir gül için; o gül de bana benziyor, vay benim garip gönlüm.
Gece kapladı her yeri, keder sardı dereleri, esmerim vay vay...
Düşman değil sevdâ açtı sinemdeki yâreleri, vay benim garip gönlüm.
Rahatça bir dem olaydı, yarama merhem olaydı, esmerim vay vay...
Türkü dinlemeye dalınca yaşlı amcayı unutmuşum, ayıp olmasın diye biraz da ben konuşmak istedim ama amca gitmişti, sessizce ve hiç hissettirmeden. Parkın girişine doğru baktım ama yoktu, bu kadar kısa sürede, bu kadar yolu arşınlaması imkânsızdı.
Ben merak içindeyken garson geldi, cebimden çıkardığım parayı uzatıp, “iki çay alır mısın” dedim.
Garson, yüzüme şaşkın şaşkın baktı; bir çay içtiniz amca, sadece bir çay…