SOKRATES'E MEKTUP
--Malik Ejder İnal’a—
Selam Sokrates, bilcümle yȃrenlere selam.
Bugün köye rahmetli dedemden kalma asırlık dutları çırpmaya gittim. Gönüllü gitmedim, çağrıldım daha doğrusu. Emir büyük yerdendi, babamdandı yani. Düşün ki köyde dut çırpacak adam kalmamış anlaşılan.
Hani sen ağır işi tarif ederken; “Eskilerin kalıçla arpa yolmasından ve orakla ekin biçmesinden…” dem vurursun ya…
Onlar da ne ki Sokrates, onlar da ne ki…
Tam katma değeriyle üç misli zorlukta, beş misli tehlike boyutunda. Yaşlı ve gevrek dalların arasında gün boyu sincap gibi sıçrayıp durduk. Bereket ki antrenmanlıyız ve sporcuyuz… Yoksa o kara sıcakta baş dönmesiyle aşırı ter ve enerji sarfiyatıyla düşmemek için denge kurmak pek de kolay değildi.
Babamın rivayetine göre, genç kuşaktan torunları tombalakları dȃhil; hiç kimse yanaşmamış bu yorucu işe. “Dede başkaca ne buyuruyorsan buyur da, yalnız dut çırpma olayından bizi muaf tut.” diyesiymişler. Muaf tutulmuşlar haliyle.
Ben de ironiyle; “Köy başı yerde ve yanı başınızda zıpkın gibi delikanlılar dursun da, şeherden (şehirden) adam çağırasınız ha...” misilli tȃrizde bulundum. Neyse…
Savanlar açıldı yeşillik çayır alana. Naylon brandalar gerildi. Çıktım kalın gövdeli dedemin diktiği asırlık ağaçlara, verdim tekmeyi var gücümle… Salladım ellerimle en tepe dalları… Zannedersin ki gökten hışımla dolu yağıyor. Tam şırasını ve kıvamını almış görkemli dutların patır patır sergilere düşüşünü seyretmek, sanırım ayrı bir zevk sahası…
Babam bağırıyor aşağıdan; “Aman Evladım dikkat et, fazla yükseklere tırmanma!”
Anam korkuyla karışık ikide bir uyarıyor; “Sürmelim, tutunduğun dallara fazla güvenme!”
Benim teknik hareket tarzımı, manevra kabiliyetimi ve otokontrolümü bilmiyorlar oysa… Ebeveyn düşkünlüğü işte!. Kaosa dönüştüm yüreklerinde… Altmışlık adamı hâlen çocuk zannediyorlar zahir.
Velhasıl ağırlığımı dengeleyerek bir miktar dinlenmeye çalıştığım semerimsi kalın çatalın arasında; o an nerelere kadar uzandım, neler düşündüm ve mazinin derinliklerinde nasıl kayboldum, belki de tahayyül ötesi…
Sevgili Sokrates…
Birazcık bilgi aktarmam gerekirse, dut bahçemiz köylünün uğrak yeriydi. “Hayrat” sayılırdı bir nevi. Az ilerisinde elma bahçemiz vardı keza. Üst tarafında büyükçe su arkı akmakta olup, “Akmınoku” denilen düz bölünmüş tarlaların geçiş güzergâhındaydı. Herkes bizzarure buradan gelir geçerdi ya da burada oyalanırdı.
Harmanda gem (döğen) sürenler…
Nohut, arpa, culban yolanlar…
Bostanlığı bulunanlar…
Irgatlara azık götürenler…
Yunak oluğunda yün yıkayanlar, bulgur kaynatanlar...
Değirmende nöbet tutanlar…
Bitişiğindeki savakta su “cangama”sı (çıngar) çıkartanlar ve çoğu kez küreklerle birbirine girenler…
Delikanlı takımından, tarla dönüşü kızların yolunu bekleyenler…
Yorgun düşüp soluklananlar ve ayağını suya sokanlar…
Som yeşil çayırda güreşenler ve boğuşanlar…
Haricen çevre köylerden gelenler sucular…
Yine bitişiğine çadır kuran Çingeneler ve deste toplayan aptallar…
Koşum ve binek hayvanlarını nallayan nalbantlar…
Niceleri ve daha niceleri…
Rahmetli dedem Tataroğlu Osman Ağa, altında minderle hâkim noktadaki dut ağacına sırtını yaslar; kimi görse çağırmak suretiyle ikramda bulunurdu. Yedirip içirdikten kelli, en iri ve albenili elmalardan adamın koynuna koltuğuna doldurmayı da ihmal etmezdi. Onun zevkiydi paylaşmak. Saygındı, hükümlüydü, sözü dinlenirdi etrafta. Bir yerlere gideceği vakit, doru atı “Delikli taş”a bağlı dururdu hazırda. Misafir sahibiydi, hanedandı kısaca.
İşte böyle Sokrates!
Semerimsi çatala yapışmış vaziyette otururken, çocukluğum bir şerit gibi kaydı gözlerimin önünden.
Çerkez kızı Tenvire’yi hatırladım. (Babası görevliydi köyümüzde ve kendisi benim aşkımın hatırına bahçemizin müdavimlerindendi.)
Ülger kızın yüzüne, dalların arasından ayna tuttuğumu hatırladım. (O zamanlar kızlara gizlice ayna tutmak, anımsarsın ki bir aşk tezahürüydü.)
Nişanlı çiftlerin burada birbirlerine kur yapmalarını hatırladım. (Genellikle bağda sergi atarken veyahutta dut çırparken mutlaka çağırılan kişilerdi.)
Sürekli Deli Mustafa’yı huylandırdığımı hatırladım.
Çeltik tarlalarından dut yemeye yönelen beyaz şalvarlı “Saka”ları hatırladım.
Ele avuca sığmayan meşhur ahrazı hatırladım. (Vızır vızır taş atardı ağaçlara rast gele.)
Bir sabah bodur duta tırmandığımda, boz yılanla karşılaştığımı hatırladım. (Herhalde kuş yuvalarına dadanmış olmalıydı.)
Zurbayla (sürüyle) sığırcıkların dutlara konduklarını hatırladım. (Üç sapan taşıyla birini vururduk mutlaka.)
Gariban çocuklarının, varsıllığımızdan dolayı bizimle arkadaşlık kurma çabalarını hatırladım.
Gençlerin ya da ekin orak biçmeden dönenlerin, arkın kuytu bir yerinde çimdiklerini hatırladım.
İbrahim Öztürk’ün (İlçe Kaymakamı), dedemi ve muhtar amcamı bahçemizde ziyaretlerini hatırladım.
Feleknaz kızın mahsusçuktan dişleyerek suya attığı elmayı, “Tahta köprü” de tuttuğumu hatırladım. (İşmarlaşıyorduk mütemadiyen)
Ohooo… Neleri hatırlamadım ki?..
Kalktım ve toparlanarak son raundumu yapmak isterken, bastığım bir hayli yaşlı ve gevrek dallar; “Biz senin çocukluk çağında örselediğin dayanıklı genç dallar değiliz artık kara çocuk! Her an kırılabiliriz, n’olur çokça incitme!” diye fısıldadılar.
Hepsine teker teker tırmanırken de, yarım asır sonrası selamlama faslıyla; “Hoş geldin Kara çocuk.” demişlerdi, lisan-ı hal ile… Tanımışlardı… Ben de tanımıştım bütünüyle gövdeleri, dalları… Unutmamıştım.
Çırpma ve silkeleme işlemi tamamlandığında, şimdide tepeleme ve sıkma işlemi başlamıştı. Pekmez kaynatılacaktı çünkü. Ayağımdaki çizmeyle tepele ha tepele… Posası ve küspesi ve de özsuyu ayrışıncaya dek…
Sokrates! Fırtınalı büyüyen yetim çocuk!
İnanır mısın o tepeleme hareketiyle belki de köyden yaya yürüsem, Yarpuz’a rahat ulaşabilirdim.
Anam çoktan kurmuştu bakır don kazanlarını ve maşere teştlerini çoktan hazırlamıştı. Kepçeler, kevgirler, ince süzekler tekmildi. Boynum boğazım, sırtım ve tüm bedenim silkelerken dökülen duttan şıpır şıpırdı. Yapışkanlıkta 404’ten farksızdım. Diğer bir ifadeyle mumya vȃri kaskatıydım adeta.
Sen iyi bir matematikçisin Sokrates. Hesap uzmanısın bahusus.
Anam, eski hesapla; “30 batman, 10 külek pekmezimiz çıkar.” diyordu. Kaç kiloya ve kaç litreye tekabülünü ne bileyim ben… Hesap ilmi, eskilerin deyimiyle “Riyaziye” ilmi senin işin ezcümle.
Günce mi kapatıyorum böylece. Hoşça kal, sevgimle kal Sokrates.
Öpüyor ve kucaklıyorum.