Bu ülkede yalama olan çok kurum vardı, 2002’ye kadar neler yapabileceğini görüyorduk. Nihayetinde yargıyı yalama etmek için az uğraşmadılar.
Türkiye’de bazı şeylerin hiç değişmediğinin göstergesi, paralel yapıyla ilgili soruşturmada gözaltına alınan sanıkların hukuku bir yana bırakarak tahliyeleriydi.
Bu ilk değildi, son olacağına ilişkin bir umut da ne yazık ki yok.
Türkiye’de yasaları bir yana bırakarak, yönetmenliklerle yasaklar konan bir ülke görüntüsündeydi. Bu nedenle birçok kurumun vidaları gevşemiş, yalama vaziyette tangır tungur ses çıkarıyordu.
Başörtüsü yasağı, bunlardan en bariz olanıydı.
Ne kanunda böyle bir yasak vardı, ne anayasada…
Ama Anayasa Mahkemesi bile dayanağı olmayan bir yasağın devamı için karar verebiliyor, Danıştay’ın cezasına dayanak olan bir dayanaksızlık bulunabiliyordu.
Türkiye, adeta “ben yaptım oldu” türü bir adı konmamış yasalarla yönetilen ülkeydi.
Kırmızıçizgiler vardı ama biz bilmiyorduk.
Kırmızı kitap vardı ama açıp okuyamıyorduk.
Devletten maaş alan derin yapılar vardı ama biz görmüyorduk.
Tabelası olan ve devlet adına görev yapan kurumların, milletine silah çektiğini, öldürdüğünü, yaraladığını duyuyorduk ama ortada böyle bir suçlama yoktu.
Yasaları çiğneyerek yapılan darbelerde bile yasal dayanak bulan üstün zekâlılar vardı.
“Benim adım Kemal” gibi bir şeydi bu, “ben yaparım dersem, yaparım” tavrıydı.
Alışmışlardı çünkü.
Bu ülke birilerinindi.
Adı belli değilse bile “halk” veya “millet” veya “vatandaş” değil, belli bir kesim bu ülkeyi sevk ve idare ediyordu.
Yalama olmuştu sistem, cıvıttıkça cıvımıştı kurumlar.
Biz seçiyorduk, vekiller yolluyorduk meclise ama son söz onlarda değil, “yetki vermediklerimizde”ydi…
Bir rektör isterse başörtülü öğrenciyi üniversiteye alabiliyordu, istemezse almıyordu.
Cumhurbaşkanı al dese de almıyordu, başbakan al dese de…
Özgürdü sözde bütün üniversiteler ama yasaklarla anılıyordu aynı üniversiteler.
Tek tip insan modeli çizmişlerdi ama bunu kimseye söylemiyor, işine geldiği gibi belirliyorlardı.
Dokunulmazlık güya milletvekillerindeydi ve hep tartışma konusu olan da halkın seçtiklerinin dokunulmaz olmasıydı.
Siyasette bile “kaldırın dokunulmazlığı” diye efelenen aynı zihniyete mensuplar vardı.
Oysa bu ülkede dokunulmaz olan milletvekilleri değildi, gerektiğinde sürgün edildiklerini, gerektiğinde ipte sallandırıldıklarını biliyoruz.
Bu ülkede dokunulmaz olan askeriyeydi, hesapları dahi kontrol edilemezdi…
Bu ülkede dokunulmaz olan Anayasa Mahkemesiydi; keyfe keder kararlarıyla bazen güldürür, bazen kahkaha attırır, bazen de acı acı yutkunmamıza neden olurdu.
Bu ülkede dokunulmaz olan Danıştay’dı; verdiği kararların dayanağı yasa değil, bütün kurumların iliğine işlemiş CHP zihniyetiydi.
Bu ülkede dokunulmaz olan rektörlerdi; yüzde 98’le de halk seçse iktidar etmeyecek kadar cüretliydiler…
Ve biz bu ülkede demokrasi var sanıyorduk; halkın kendi kendini yönettiği yalanlarına inanmıştık.
Oysa izin verilen kadar yönetiliyordu; zaten seçilenler de izin verildiği nispette seçiliyordu.
Oyların seyrini bile “kendi belirlediklerine” göre değiştirebiliyorlardı; açık oy gizli tasnif komedisine gerek yoktu.
Şimdi de değişen olmadığını görüyoruz.
Ergenekon Terör Örgütüyle başlayan ve aslında bir kamyonun çarpmasıyla kirli ilişkileri ortaya çıkan çetenin, bu ülkede halkın dediğinin olmaması için bütün bir ülkeyi yakacak kadar gözünün döndüğünü görebiliyorduk.
Ortaya çıkan darbe planlarını aklayan yargının olması, suçsuz oldukları manasına gelmiyordu; zaten bugüne kadar suç işlemediği halde suçlayan yargının olması da insanımızı suçlu saymıyordu.
Yalama olmuştu belki bazı kurumlar, sirayet ediyordu bir bir…
17-25 Aralık operasyonuyla gördük ki, en küçük STK’da bile “ben yaptım oldu” mantığının “emir aldım şeyhimden, operasyon yaparım kendimden” sorumsuzluğunun had safhaya ulaştığını gösteriyordu.
Paralel yapı kapsamında gözaltına alınan polislerin “yetkisi olmadığı” halde ve “hukuki dayanağı” bulunmadığı halde tahliye eden hâkimler vardı.
O an için “emir yerine getirilecek” diye bir talimat almış olmalılardı ama bu talimatın yasal bir dayanağı yoktu ve emir, yetkili birisinden alınmamıştı.
Bu korkunç bir şey…
Ya o yanlışa dur diyecek yargı da olmasaydı?
Yetkisi olmadığı halde tahliye yapan bir yargıyla karşı karşıya kalırdık.
Bunun, bugüne kadar yapılanlardan farkı yok.
Her görevin yetki sınırı vardır ve bunlar da ya yasalarda yazar ya da hukuki işleyişte belirlenir.
Bunun dışındaki her şey sadece suç olmakla kalmaz, “müdahale” anlamı taşır; bazen yargıya, bazen kamuya, bazen devlete…
Böyle bir ülkede güvende yaşadığımızı söylemek mümkün değil.
Keyfi olarak suç isnat edilenleri elini kolunu sallayarak çıkmasına sebep olan yargı varsa, keyfi olarak tutuklayan, suçlayan, suç isnat eden ve bunu ispatlayan yargı da var demektir.
Yasadışı hesap görme elbet kötüdür ama en kötüsü hesabın yargı üzerinden görülmesidir ki, kaç yıldır bu işin cılkını çıkarttılar, yalama ettiler…
Unutmayın bugün yalama ettiğiniz yargı, yarın hem size, hem bize lazım…
Tweetimden seçmeler
Hep karıştırdığımız bir şey var; milletin, siyasetçiyi onurlandırma gibi bir görevi yok ama siyasetçilerin milleti onurlandırma görevi var!