Sözün değeri olmasaydı vahiy tecelli etmezdi. Bunun içindir ki vahyin ruhu, “cesed mesabesinde olan söze” can verdi. Sözün değer kazanması, Efendimiz (s.a.v)’in kudsî şuurunda vahyin söz ve yazıya geçmesiyle başlar.
Asıl kaynağa bağlı olarak sözün değeri arttıkça şuur ve tasavvurun değeri de artar, aklın ve kalbin derecesi de yükselir. Sahip olunması gereken sözün değeri âyetlere tabiîdir. Zumer sûresi 18. âyeti, müminleri “Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar…” olarak târif ediyor.
Mürşid-i kâmiller, sözlerinin Allah ve Resûlünden beslendiğini söylediklerine göre, onların yolunda sözün değerini yükseltmek düşer bize. “Söz var sözden ileri, söz var sözden içeri, söz var sözden derin” düsturuna, sözü ayağa düşüren, sözü ruhsuz kelime yığınına çeviren, sözlerinin gücüne inanan ve çok konuşan “okumuşların” uyması gerekmez mi?
Söz gücünün mukaddeslerimizden neşet ettiğini göz ardı edip kendi kabiliyetinden sâdır olduğunu sananlara Hz. Yunus’a başvurmalarını hatırlatırız. O, “Söylemez; söyletilir.” Söyleten, Allah’tır. Hakikate bağlı söz ehlinden olan bu mübarek insan söz gücünün kendisinden gelmediğini söylüyor: “Söz karadan aktan değül, yazup okumakdan değül / Bu yürüyen halktan değül, Halık avazından gelür.”
SÖZÜ, ETİ KEMİĞİNDEN SIYIRIP MÂNA, HİKMET VE İCAZ’A BÜRÜNDÜRMEK
İslâm medeniyeti söz medeniyetidir. Vahiy medeniyetinde söz yücedir, hatırlıdır. Bunun içindir ki “ağulu /zehirli aşı bal ile yağ ediyordu.” sözü, eti kemiğinden sıyırıp, mâna, hikmet ve icaz’a büründürmüş ve “sözü sultan” etmiş bir medeniyetin ahfadıydız. Medeniyetimizi “redd-i miras eden” ve vahiyden kopuk Batılı seküler “uygarlığı” ithal eden zihniyet sözün değerini düşürdü, sözün en yücesine bağlı söz geleneğimizi modern Cumhuriyet kültürüyle (!) yok etti. Bir Hocam’ın ifadesiyle “Kelimelerin etini kemiğini yiyen” modern insanlar türedi.
Âyetlerde sözün karşılığı olarak “kavl” kelimesiyle Kavl-i hasen (güzel söz), kavl-i maruf ( bilinen iyi ve mânalı söz), kavl-i adl (adaletli söz), kavl-i sedid (sağlam söz), kavl-i kerim (gönül alıcı söz), kavl-i beliğ (açık söz), kavl-i meysur (kolay söz), kavl-i leyyin (yumuşak söz) gibi müsbet mânada sözlerin yanında, kavl-i sui (kötü söz), kavl-i münker (çirkin söz), kavl-i zûr (yalan söz), kavl-i lahin (eğri büğrü söz), kavl-i zuhruf (süslü söz) gibi menfi mânada söz çeşitlerinden de bahsedilmektedir.
Bu terkiplerin hangisinin, İslâm medeniyetinden koparılmadan önce sözün muteber olduğu zamana ve sözün itibarsızlaştırılıp naylonlaştırıldığı Cumhuriyet dönemine ait olduğunu erbabı bilir.
Sözün beliğ (belagata uygun, kısa, açık), fasih (dilin kaidelerine uygun, anlaşılır) ve güzel bir üslûpla ifade edilmesi İslâm medeniyetinin gereğidir. Ancak yerinde ve muhataba göre öz olarak söylenmesi şartını da koymuş ehl-i irfan. Söz ahlâkını ve estetiğini yok eden modern çağın aksine, medeniyetimizde söz, hikmet ve ahlâk cephesiyle var olmuştur. Âlim ve fâzıl ceddimiz, “Üslûb-u beyan aynıyla insan” dır demişler.
Hz. Mevlânâ’ya göre, beşerî ve ilâhî, yahut akıl sözü ve vahiy sözü olarak iki tür söz vardır. Beşerî ve akıldan neşet eden sözler sınırlı ve eksiktir. İlâhî ve vahiyden sâdır olan sözler ise sonsuz ve mükemmeldir. Doğru, iyi ve hoş söz; gönle rahatlık, kalplere emniyet ve neşe verir. Kötü ve boş söz ise kalplerde şüphe uyandırır ve sıkıntı verir. Sözdeki koku, onun doğru yahut yalan olduğunu haber verir. Söyleyenin kötülüğü ve sözü yüzden, gözden ve benizden de anlaşılır diyerek, sözün değerini düşürenleri akbabaya benzetir.
İNSANI ÂBÂD EDEN SÖZÜDÜR, BERBAT EDEN DE SÖZÜDÜR
Sözümüz özümüzdür. Kendini bilen önce sözüne bakmalı. Çünkü insanın sözü özüne aynadır. İnsanı abâd eden sözüdür, insanı berbat eden de sözüdür. Sözün, insanı iyi ve kötü duruma düşüreceğine dair hisse veren şu kıssayı, çok konuşmayı “endüstri” hâline getiren modern insanlar “gülünç” buluyorlar:
Davud (a.s), Lokman Hekim’den bir koyun keserek en iyi iki parçasını getirmesini ister. Kestiği koyunun dil ve yüreğini götürür. Birkaç gün geçince Davud (a.s) yine ondan bir koyun keserek bu sefer en kötü yerini getirmesini ister. Yine koyunun dili ve yüreğini götürür. Davud (a.s) bunun hikmetini sorunca, “Bu ikisi iyi olursa bunlardan daha iyisi, kötü olursa da daha kötüsü bulunmaz” der.
Sözün fazlası, “söz”e hürmetsizliktir. Çünkü “Ya hayır söyleyin, ya da susun” buyurmuş Efendimiz (s.a.v). İnsanın kıymeti sözüyle anlaşılır. Sözün kıymeti söyleyenin kıymetli oluşundandır. Bu kıymet, sözün ağırlığından gelir. Sözün kabuğundan sıyrılmalı; mânâsına eğilmeli değil miyiz?
Öyle ki söz, kişinin ilim ve irfanını yahut noksanını ortaya serer. Bundandır ki ilim ve irfan sahipleri söz söylemeyi bilmeyenlere sükûtu tavsiye ederler. “Biliyorsan (ilim ve irfan mânasında) konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar.”
Boğaz dokuz boğum, söz her boğumda durarak çıkmalıdır. Ham söz insanı kırar, sahibini küçük düşürür. Sözü pişirmek gerek. Sözü olgunlaştırıp söylemek lâzım ki sözümüz makbûl olsun. Dil âfetlerine düşenlerden olmak ne kötü!
DEĞERİ OLMAYAN SÖZ, “ÖZÜ, YÜZÜ VE GERÇEĞİ PERDELER”
Mânadan mahrum malâyanî söz ziyandır; gönülleri incitir, mânanın sâfiyetini bozar. Bundan dolayıdır ki değeri olmayan söz “özü, yüzü ve gerçeği perdeler.”
Her sözü her yerde değil, anlayanlara söylemek lâzım. Anlamayanlara söylenen sözün değeri düşer. Her sözün vakti var. Kalpten sâdır olan söz, kalbe ulaşır, ağızdan çıkan söz ise kulaktan öte geçmez. Tarihteki gıyâbî üstadım Eşrefoğlu Rumî’yi söz bahsinde çok dinlerim: “Dil dudak debreşmeden, sözden anlayan gelsin!”
Modernizmin “konuşkan” yaptığı ve her şeyi dere tepe dümdüz konuşan nesiller, “Bütün pişmanlıklarım söylediğim sözlerden oldu. Söylemediğimden hiç pişman olmadım” diyen irfan sahibi ecdâdın bu tecrübesini kavrayamıyor ve havsalası almıyor.
“KONUŞA KONUŞA ANLAŞAMIYORUZ”
Ali Yurtgezen hoca “Konuşa Konuşa Anlaşamıyoruz” (Semerkand Dergisi, Mart 2012) yazısıyla sözün değerini düşürenlere nasihat eder:
“Bugün artık konuşa konuşa ihtilafa düşen, anlaşmazlıklarını büyüten bir toplum hâline geldiğimiz kesin. (…) ‘Konuşa konuşa’ ifadesi, söz söylemedeki çokluğu ve sürekliliği teşvik ediyor gibi görünüyor. Halbuki yine bizim medeniyetimizde sözün kısasının makbul sayıldığını biliyoruz. Üstelik mükâleme, yani söz söyleme mânasına konuşmanın eskiye oranla israf derecesinde çoğalmasına rağmen, anlaşmazlıkların arttığını da hepimiz müşahede ediyoruz. Dilimizde söz söylemeyi karşılayan kelimeler, bu mânayı hep dolaylı olarak verir. Asıl olarak sözün söylenme zeminini, imkânını yahut maksadını anlatan kelimelerdir bunlar. Konuşmak, ‘karşılıklı konmak, mülâki olmak’ mânasına müşareket (ortaklık, işteşlik) bildiren bir fiildir mesela. Göçebelik zamanlarımızda çadırlarıyla birbirlerinin yakınına konanların, yani ‘konşu’ (komşu) olanların, bu yakınlıkla birbirlerini duyma ve anlama imkânı elde etmesi sebebiyle, kelimeye bilahare ‘söz söyleme’ mânasını yüklemişiz. Eski Türkçedeki eyitmek / ayıtmak filli de karşımızdakinin idrak mekanizmalarını harekete geçirerek onu muhatap hâline getirmek demek. Ayıtmaktaki ‘uyandırmak, âgâh kılmak, muhatap aldığımız insanın hakikati görmesini sağlamak’ mânası ise söz söylemenin kendisinden ziyade maksadını öne çıkarmaktadır. Azeri Türkçesinde konuşmak mânasına kullanılan ‘danışmak’ kelimesi de hem ‘tanış olma’yı, hem görüş alış verişini anlatmaktadır ki bunlar her halükârda yakınlığı gerektirmektedir.”
Sözümüz nasıl olmalı diyenler, Hz.Yunus’a kulak vermelidir: “Söz ola kese savaşı / söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede.”
Söz hep güzel olmalıdır. “Güzel söz sadakadır” buyuruyor Hz. Peygamberimiz. Güzel söz söylemek, insan olabilmenin ve gönülden sâdır olan sözleri dostlarla birlikte yaşayabilmenin gereğidir. İnsan, sözün güzelliyle dost ve tanış olur. Sözün evsafını Hz. Yunus’dan dinlemek gerek: “Keleci (sözü) bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz / Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz.”
ÂHİLİN, YANİ MODERN İNSANIN SÖZÜ KIYL Ü KÂL’DİR
Söz, Kur’ân ve Sünnet yolunda olan âlimde ve ârifte güzeldir! Câhilin, yani modern insanın sözü kıyl ü kâl’dir. Söz vardır insana şifa, derde devâdır. Söz vardır sağlam adamı hasta eder. Söz vardır, gönülden fışkırır. Söz vardır, dilin ucundan söylenir, kalple gönülle irtibatı yoktur. Söz vardır, sahibini insan-ı kâmil makamına çıkarır. Söz vardır, insanı münafık yapar. Söz vardır, insanın ulvî ve mânevî duygularından neşet eder. Söz vardır, süfli insanın nefsî ve şeytanî duygularından hâsıl olur.
Güzel söz etmek, önce susup dinlemeyi bilmekten geçer. “Söz, ok gibidir, ağızdan çıktıktan sonra bir daha geri dönmez. Kişi, sözü söylemeden önce ona hâkimken, söyledikten sonra ona mahkûm olur.”
Hâsılı, bizim meramımız ehl-i dilin sözüdür. Gönüldaşların, yani dildaşların sözleriyle gönlümüzü âbâd edip cezbeye kapılarak inşirah bulmaktır. Dildaş olanların sözlerinin birbirlerine şifa olduğunu Hz. Mevlânâ söylüyor: “Ruhlar tanıdıklarının sözünü duyunca kendilerini güvende hissedip korkudan kurtulurlar. Çünkü tanıdıkların sözünden ruha ümit ve devlet kokusu gelir.”
(Habervaktim.com)