Pakistan'ın 200 milyonu aşkın nüfusunun Etnik Yapısı;
%45 Pencabi, %15 Peştun, %15 Sindhi, %10 Seraiki, %8 Muhacir (ülkenin kuruluşu esnasında Hindistan’dan göç eden Urduca konuşan Müslüman kesim), %4 Beluci, %3 diğerleri. Hindistan da ise şu anda 200 milyonu aşkın Müslüman yaşıyor.
Hintli Müslümanlar, Kongre Partisinin bir Hindu politik hareketi haline gelmesiyle, İngiliz demokratik sisteminin sağladığı hakların da katkısıyla kendi din, kültür ve yaşam tarzlarını korumak amacıyla Hindistan’dan bağlarını kopararak Pakistan Devletini kurmuşlardır. 1930’da ayrı bir İslam devleti kurulması fikrini ilk kez ortaya atan Muhammed İkbal’den sonra, Pakistan ismini ilk kez Chovdury Rahmet Ali kullanmıştır. ‘Pak’ kelimesinin temiz, saf; ‘istan’ kelimesinin ise memleket, ülke anlamına geldiği bilinmekle birlikte, bu kelimenin, ülkedeki eyaletlerin baş harflerinin birleşmesinden oluştuğu da söylenmektedir. Pencap, Afganistan(Peştun halkı), Keşmir, İndus(nehir), Sind, Belucis-Tan'dır.
Pakistan Devletinin kurucusu Muhammed Ali Cinnah, görüşmelerde ve toplantılarda; ayrı bir devlet kurma isteğinden başka hiç bir öneriyi kabul etmeyerek, bu sorunun tek çözümün iki ayrı devlete bölünmesini desteklemiştir. Uzun süren tartışmalardan sonra birçok bölgede anlaşma sağlanmış, ancak Pencap bölgesinin sınırları her zaman tartışmalı olarak kalmıştır. Çünkü bu bölgede Müslüman çoğunluğun yaşadığı Lahore ile Sih’lerin kutsal şehri olan Amritsar’ın birbirine çok yakın bulunması ve hangi şehrin kimin tarafında kalacağın tartışılmıştır. Sonuçta sınırın bu iki şehrin arasından geçirilmesiyle milyonlarca Müslüman Batı’ya doğru göçe başlamış, bugünkü Pakistan sınırlarında yaşayan milyonlarca Hindu ve Sih ise Doğuya, Hindistan’a doğru harekete geçmiştir. Bu kitlesel göç, her iki tarafın da karşılıklı çatışmalarına, kitle katliamlarına ve linçlere sebep olmuş ayrıca çizilmiş olan sınırlar bugüne kadar tartışmalı olarak kalmış ve günümüzde bile hala devam eden çeşitli çatışmalara yol açmıştır. Bu sorunların en olumsuz örneği Keşmir’in durumudur. Keşmir sorunu Hindistan'ın kurallara uymaması neticesinde ortaya çıkmıştır. Keşmir için yapılan oylamayı ve BM Kararını, Hindistan tarafı kabul etmemiştir. Ancak Pakistan kurulmakla; Hindistan'dan bulunan sahipsiz Hintli Müslümanlara bütün değerleriyle sahip çıkılmış ve dünyaya kendilerini bu mirasın ortak bîr parçası olduğunu göstermişlerdir.
Hindistan’da Türk Dil ve kültürüne ilişkin Oryantalizm adında Batılılar tarafından çalışmalarda; Türk veya Türkçe kelimelerine fazla rastlanılmaz. Çünkü Batılılar özellikle Türk kültürünü gizlemeye çalışmışlardır. Halbuki ki URDU dilinin bir resmi hüviyet almasını Türkler sağlamıştır. Gazneli Sultan Mahmud'un ordusu; Türk, İranlı, Hintli ve Arab askerlerden oluşuyordu. Bunlar kendi aralarında anlaşmak için biraz Farsça biraz Arapça biraz Hintçe ve biraz da Türkçe konuşuyorlardı. Bu dillerin karışımıyla ordu içinde kullanılan bu dil önceleri Ordu Dili olarak bilinmiştir. Daha sonra da Müslüman halkın da bu dili benimsemesiyle Urdu Diline dönüşmüştür. Yazı alfabesi Osmanlıcaya daha çok benzemektedir. İleri zamanlarda bu dilin edebiyatı geliştirilmiş ve pek çok Türk asıllı şair yetişmiş ve şiirler yazılmıştır. Fakat Oryantalizm çalışmasıyla Batılılar, Hindular tarafından yapılan çalışmalara maddi destek vermişler. 800 yılı aşkın Türk kültürünün izlerini Hindulaştırma gayretine girmişlerdir. Halbuki Raca devletçikleri halinde olan bu bölgelerin kültürü unutulmaya yüz tutmuştur. 19.yy dan sonra Batılılar Oryantalizm çalışmalarıyla tarihin gerçeklerini değiştirip kendi fikirleri doğrultusunda yeniden tarih ve kültür oluşturmuşlardır.
Kısaca 800 yılı aşkın Hindistan’ı idare eden Türkleri ve kültürünü kötüleme ve Hindu’ların kültürüymüş gibi değiştirme içerisine girdiler. Moğolları barbar, Dehli Türk Sultanlarını da köle, Babürleri cahil olarak dünyaya tanıtmaya çalıştılar. Maalesef Hint- Türk Hükümdarlığı kültürünü; barbarlık, acımasızlık, cahillik diye nitelemişlerdir. Buğün İngilizlerin Hindistan da yağmaladıkları büyük elmaslardan bir tanesi hala İngiltere ile Hindistan arasında uluslararası mahkemede süregelen davalarından bir tanesidir.
Sömürge anlayışından uzak Türkler öncelikle bölgede İslamı yaymış ve hamiliğini yapmıştır. Bu zamana kadar İslam süregelmiştir. Diyebiliriz ki; İslam, Hint-Pakistan halkına Türklerin bir hediyesi olmuştur. Türkler, kadın haklarını daha çok korumuşlardır. Fakat Hindu ve Brahma dininin geleneği olan kast sistemini, sati geleneğini kaldıramamıştır. Pakistan da ise neredeyse kast sistemi yok denecek kadar azalmıştır. İşte bu yüzden İslam özellikle alt kast sınıfında olanlar Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Böylece Müslümanlar olanlar eşitliğe ve adalete kavuşmuşlardır. Hindu kültüründe ölüler yakıldığı için türbe veya mezar mimarisi onlarda yoktur. Ama Müslüman dünyasında türbe ve anıtkabirlerle ilgili şahane mimari eserler vardır. İşte bunlardan biri Tac Mahal'dir.
Agra’daki TAC MAHAL , ünlü hint ozanı Rabindranath Tagore “Sonsuzluğun yüzünde bir gözyaşı damlası” olarak tanımladığı mimari bir şaheserdir. Dünyanın 7 harikasından biridir. Babür İmparatorluğu'nun 1593-1666 arasında 6. hükümdarı Şah Cihan tarafından İmparatorluk başkenti Agra’da Jumna Nehri’nin kıyısında inşa ettirildi. Şah Cihan tarafından 20 sene evli kaldığı ve 14 çocuk doğuran eşi Begüm Mümtaz Mahal için yaptırıldı. Anıttürbenin mermer taşlarıyla yapılmasının hep bir anlamı vardır. Şah Cihan, Karısına duymuş olduğu aşkı ebedileştirmek için bu Camiyi ve anıtı yaptırmıştır.
Tac Mahal için İngiliz Lordu Edward Lear; “İnsanlar ikiye ayrılır: Tac Mahal’i görenler ve görmeyenler” sözleri ile bu göz kamaştıran yapının mükemmelliğini biraz da olsa ifade ediyor.Yapının mimarları; Mimar Sinan’ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi, eserin yapımı için Şah Cihan tarafından İstanbul’dan davet edilmiş. 1632’de inşasına başlanan eser, 20 yıl sonra 1652’de tamamlanmıştır.
Görkemli ana türbe binası tamamen beyaz mermerden, külliye içindeki diğer kısımlarında ise kırmızı kum taşı kullanılmış. Tac Mahal’in mermerleri üzerine yapılan oymalarda akik, kristal, firuze, yakut, zümrüt, elmas, topaz, inci, mercan, lacivert taşı, sedef altın, fildişi gibi değerli taşlar kullanılmıştır. Yasin süresi iç duvarlara yazılmıştır.
Muhammed İKBÂL , 1873’de Pakistan’ın Pencap eyaletine bağlı Siyalkut kentinde doğan Hindistanlı müslüman düşünür, şairdir. Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya geldi. İkbal çocukluk yaşlarından itibaren tam bir Kur’an aşığıydı. Devamlı Kur’an okumakta olduğunu gören babası, ona “Kuran-ı Kerim’i anlamak istiyorsan, sana indiriliyormuş gibi oku” dedi.
1905’de Londra’daki Chambrich Üniversitesi’nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra’da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nde hocalık yaparken, bilhassa Londra’da ilgi görmesine sebep olacak çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Yine Londra’da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal, savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya’ya giderek Münih Üniversitesi’nde felsefe dalında doktora yaptı. Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan’daki müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında ve Pakistan’ın kuruluşunda büyük tesiri olmuştu. Bu yönüyle İkbal M.Akif Ersoy’a da benzetilmiştir. Hindistan halkına sınırlı yönetim hürriyeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 1931’de Londra’da düzenlenen II. Yuvarlak Masa Konferansı’na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas içinde bulundu.1933’te Afganistan Kralı Nâdir Şah’ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile birlikte Kâbil’e giderek Afganistan’ın idarî sisteminin yeniden düzenlenmesi üzerine temaslarda bulundu.
Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilenen İkbal, bu ilgisini daha 1911’de Trablusgarp Savaşı şehidleri için yazdığı şiiriyle terennüm etmiştir. Burada İkbal, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehidlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah’a sunar. İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkler’i aynı zamanda “İslâm rönesansını” gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir.
Muhammed İkbal, son dönem İslâm düşünürleri arasında hakkında en çok inceleme, araştırma ve yayın yapılanların başında gelir. Karaçi’de bir İkbal akademisi kurulmuş olup bu akademi 1960’tan itibaren Ikbal Review adlı bir dergi çıkarılmaktadır. Ayrıca başta Pakistan olmak üzere çeşitli ülkelerde değişik vesilelerle, özellikle de İkbal’in ölüm yıldönümü münasebetiyle ilmî toplantılar düzenlenmektedir.
Ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayan İKBAL 21 Nisan 1938’de Allahın rahmetine kavuşmuştur.
Sonuç; Hindistan ve Pakistan'a Türkler bir çok kültür, tarihi, edebiyatıyla bir çok kazanımlar sağlamıştır. İngilizler veya Batılılar gibi sömürgecilik yapmamışlardır. O bölgenin zenginliklerini o bölgeyle paylaşmışlar, ülkeyi imar ve bayındır hale getirmişlerdir. Hindistan'dan alınan kültür; bitkisel tıp ve astronomi, müzik olmuştur.