Bugünlerde cemaat düşmanlıkları gündemde tutularak algı operasyonları sürdürülmektedir. Başta FETÖ, Adnan Hoca gibi cemaatlerin yanlışlığı bahane edilerek tasavvufa karşı bir cephe açılmaya çalışılmaktadır.
Tasavvufun bir çok açıklaması vardır. Bir görüşe göre Tasavvuf; Rasulullah Efendimizin yaşadığı İslâm‘dır. Yani; İslâm’ın takva ile yaşanmasıdır. Sahabenin fedakarlık ve heyecan içinde yaşadığı hayattır. Kuran-ı Kerimin, en üst seviyede takvâ ve ihsan ölçülerinde hayata geçirilmesidir.
Bu açıklamaya göre tasavvuf, İslâm’dan farklı bir şey değildir. Ancak neden bu tasavvuf sözü sonradan ortaya çıkmıştır? O zaman cevap; mezheplerin sonradan ortaya çıktığı ihtiyaç gibi tasavvuf da ihtiyaç olmuştur. Mezhepler şeriatı ve zahiri ilmi irdelemiş, tasavvuf ise batini ve takva yaşamı öne almıştır.
İslâm kolaylık dinidir. Peygamberimizin ashabı arasında takva, cömertlik, vefa, yardımlaşma gibi güzel hasletlerin yaşanması eşit değildi. Mesela Hazreti Ebubekir (RA), Hazreti Ömer (RA), Hazreti Osman(RA), Hazreti Ali (RA) gibi Halifelerin arasında bile ayrı güzellik farkları vardır. Herkese eşit şekilde İslam’ın yaşanması emredilmemiştir. Zira Cennet ve cehennem tabaka-derece halindedir.
Bilindiği üzere, bir gün Peygamberimiz(SAV), ashabına İslâm ordusuna yardım edilmesi için haber gönderir. Bu yardıma ashap koşar ve herkes bir şeyler getirir. Hazreti Ebubekir (RA) malının hepsini getirir, Hazreti Ömer (RA) malının yarısını getirir, Hazreti Osman (RA) malının 1/3 ünü getirir, Hazreti Ali (RA) ise malının ¼ nü getirir.
Buradan anlaşılıyor ki herkes durumuna göre yardım ediyor. Tek tip Müslümanlık anlayışı yoktur. Dinde haram ve helaller bellidir. Bunun dışında takva ile fetvayı karıştırmamak gerekir. Bir işin fıkhi olarak bir yeri vardır, bir de ruhsat yönü vardır. Mesela yolculukta oruç tutulmayıp sonra kaza edilmesi için ruhsat vardır. Fakat tutulursa da takva sayılmaktadır.
Günümüzde tasavvufun bel kemiği sayılan Ashabı Kiram hakkında da yanlış algılar vardır. Oysa şeriatı tebliğ eden bütün sahabeler adildir. Onlardan bazılarını inkar etmek, onların bize ulaştırdığı şeriatı da inkar etmek sayılır ki bu Müslümanın imanını zaafa düşürür. Denebilir ki, ashab arasında savaşlar neden oldu? Veya halifelik seçiminde neden fikir ayrılıkları oldu? Cevab: Vuku bulan ihtilaflar nefsani arzulardan değil, belki ihtilafı olan konuyu doğruya çıkarmak nedeniyle farklı yorum yapmışlardır. Bu yüzden hata yapmışlarsa bir sevap, doğru ise iki sevap almışlardır diye hüsn-i zanda bulunulmalıdır.
“Her fırka, kendi yanında bulunanlar (doğru yolda olduğunu sanarak) sevinmektedir”(MÜ’MİN un, 23/53) ayetini çeşitli fırkalar arasında kurtuluşa erecek olanı ayırmak için Peygamberimiz (s.a.v) şöyle bildirmektedir: “Bu fırkada olanlar, benim ve ashabımın gittiği yolda bulunanlardır”(Tirmizi, nr. 2641). Bu Hadisi, tasavvuf ehli kendilerine baz almışlardır. Yani Tasavvuf, Ehl-i Sünnet’tir.
Şüphe yok ki, ashab-ı kiramın yolundan gidenler, Ehl-i Sünnet vel-Cemaat fırkasıdır. Şia ve Hariciler gibi Mu’tezile de sonradan çıkmış Ehl-i Sünnetten ayrılmışlardır.
Esas konumuza gelecek olursak;
“Bu konuyu ele alan sûfî müelliflerden Ebû Nuaym el-İsfahânî (ö. 430/1038) tasavvufun safâ ve vefâ kelimelerinin birleşiminden geldiğini, bunun yanında zâhidlerin yedikleri çöl bitkisi olan sufâneden, kendisini Kâbe hizmetine adayan kabilenin adı Sûfe’den, Hakk’a boyun eğenlerin uzattıkları sûfetü’l-kafâ (ense saçı) terkibindeki sûfeden yahut ucuz bir giyecek sayıldığı için gurura yol açmayan sûftan (yün elbise) türetilmiş olabileceğini belirtir (Ḥilye, I, 17-28). Abdülkerîm el-Kuşeyrî ise tasavvufun Arapça bir kökten geldiğini gösteren bir delile rastlanmadığını, câmid bir lakap olmasının daha uygun görülebileceğini söyler (er-Risâle, II, 550). Ona göre Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunanlara sahâbe, sahâbenin sohbetinde bulunanlara tâbiîn, onların sohbetinde bulunanlara tebeu’t-tâbiîn gibi unvanlar verilmiş, daha sonra dinin hükümlerine büyük bir dikkatle riayet edenlere “âbid” ve “zâhid”, zamanla ortaya çıkan bid‘atlara karşı Ehl-i sünnet seçkinlerinin her an Allah’la birlikte olma ve gafletten sakınma gayretlerine II. (VIII.) yüzyıldan itibaren tasavvuf denilmiştir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Süfyân es-Sevrî ve Hasan-ı Basrî (Rahimehumullah) gibi büyük âlimlerin bu kavramı telaffuz ettikleri kaynaklarda zikredilmektedir. (İslâm Ansiklopedisi)
Bu çerçevede İslamı takva ile yaşamak isteyenler tasavvuf altında buluşmuşlar. Bunun metodunu Mürşitlerden öğrenmişler ve tatbik etmişlerdir. Kalplerini temizleyip, nefislerini tezkiye etmişlerdir.
“Tasavvufi eğitim, farzları üzerine bazı nafile ibadet ve zikirler yaparak daha iyi bir kul olma çabası olduğuna göre bir Şeyhe intisap edip mürid olmak da tercihe bağlı bir nafile olarak telakki edilmelidir. Ancak zamanla mürşidi lüzumuna fazla vurgu yapan bazı sufiler intisap olmadan hiç bir ilerleme sağlanamayacağını öne sürmüşlerdir. Böyle düşünen şeyhlerden biriyle Tirmiz’de karşılaşan Yakub Çerhi ona itiraz etmiş ve “Bugün sizin için dininizi tamamladım”(EL-Maide, 5/3) ayetini delil göstererek, Kur’an ve sünnet ile amel ettikten sonra bu hadiseyi Şeyh Bahaeddin Nakşbend’e anlatınca onun da bu düşünceyi beğenip desteklediğini görmüştür. “ (Prof. Dr. Necdet Tosun, Hoca Bahaeddin Nakşbend’, sayfa 51)
“Sadıklarla beraber olunuz”, “Allah’a ulaşmak için vesilelerle arayınız” Ayetleri ile “Allah’ın dostlarını dost edinmek veya onları sevmek” İslam’ın ve tasavvufun bir ilkesidir. O halde Allah’ ın dostlarından istifade etmek bir vecibedir. Yine “Kişi sevdiği ile beraberdir” Hadisi Şerifi, tasavvufun ilkesi olan Rabıtadır.
Ancak bozulmuş tarikatlar de günümüzde vardır. Bu itibarla tasavvufu gerçekten yaşayan tarikatlar azdır. Nefsini yenmek, takvalı bir Müslüman olmak için tasavvufa ihtiyaç duyanlar, tasavvufun farz-ı ayın gibi düşünmektedirler. Çünkü tasavvuf sadece düzenli olarak İslâm ‘ı yaşama şeklidir.
Muhakkak bu husus, Diyanet Başkanlığı ve İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Bölümü hocalarının ilgi sahasına girmektedir. Sürçü lisan ettiysek af ola. Saygılar.