Rakamlara pek takılan birisi değilim. Rakamlara yüklenmesi gereken anlamlar üzerinde durmaya daha çok dikkat ediyorum. Biraz açarsam, diyelim bir trafik kazası var. Kazanın bilançosu açıklandığında, ister 1 kişi, ister 40 kişi hayatını kaybetmiş, bir o kadar yaralı insan yaşam mücadelesi vermiş olsun. Bütün bunlar rakamdan ibarettir ve hiçbir anlamı, yürek burkan tarafı yoktur. İstatistik yapmaya yarar, birer çentik daha atarsınız ölü ve yaralı kısmına…
Ama o rakamlara anlam yüklerseniz iş değişir.
İşte o zaman hayata gözlerini kapayan her insanın yaşamını düşünür, geleceğe dair planlarını hesaplar, gittiği zaman ardından bıraktıklarının acı, gözyaşı ve mağduriyetlerini de düşünerek bir sayının kimlerin hayatını karattığını daha net anlayabiliriz.
Neredeyse 40 yılı bulan bir süreçte ülkemizde çok insan hayatını kaybetti, çoğu sakat kaldı, hayatı kararanlar oldu, pisipisine katledilen insanlara rastladık.
Yüzbinlerce insan yerini yurdunu terk etti, hayallerini, anılarını, umutlarını, kazançlarını bırakarak başka illere, zor şartlar altında yaşama mahkûm edildi.
Bütün bunların rakamsal değeri var elbet; Mesela 35 bin 576 insanımızı teröre kurban vermişiz. Bu süreçte 7 bin 918 kamu görevlisi şehit olmuş. 5 bin 557 sivil hayatını kaybetmiş. 386 bin 360 kişi köylerinden göç etmek zorunda kalmış.
Bütün bunlar rakamsal değerlerdir ve en çarpıcı anlamı, rakamların basamak sayısının yüksekliğidir.
Gelin bunlara anlam yükleyelim.
Yani gerçeğini, yani yaşananları, acıları, umutları, sönen hayalleri, geri gelmeyen canları ve hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak mutlulukları…
Bir savaşta kaybedilen insan kadar “kayıp” var. Tam 35 bin 576 insan…
Kimi asker, kimi polis, kimi sivil, kimi terörist…
Kimi evine yetişmeye çalışırken patlayan bombayla hayatı kararmış, kimi daha bir yaşına girmeden annesinin kucağında veya karnında hayatını kaybetmiş.
Dünyaya gözlerini açıp, acımasız dünyanın yüzünü görmeden acımasızlığa kurban edilmiş.
Yüz binlerce insan yaralanmış, onulmaz hastalığa yakalanmış. Çoğu sakat kalmış, ya ayağı tutmamış, ya eli. Belki gözünü kaybetmiş, belki duyma yeteneğini, belki de bir daha konuşmamaya yemin etmiş.
Ve bunların tamamına yakınının Kürt olmasıysa, batıdan bölgeye bakışın ne kadar sorunlu olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici. Sadece “şehit” olanların bile yüzde 22’si Kürt kökenli. Buna terör örgütü mensubu, sivil vatandaşımızı eklediğinizde, üstüne de köyünü terk etmek zorunda kalanların tamamının Kürt olduğunun farkına vardığınızda, terörün asıl kimi ve hangi bölgeleri vurduğu daha net anlaşılabilir ve asıl barış isteyenlerin de “mağdur” kesim olduğunun farkına varılır.
“Azıcık aşım, ağrısız başım” denilerek kendi köyünde, kendi toprağında yaşam mücadelesi veren ve onuruyla yaşayan insanlara “biz burada terörle mücadele edemiyoruz, sizi koruyamayız” denilerek yerinden yurdundan edilmiş.
Bu sayı yüz binleri bulmuş.
Kimi gidip hamal olmuş, kimi temizlik yapmaya çabalamış, kimi suça karışmış, kimi evladını büyük şehrin ahtapot kollarına kaptırmış ve aileler dağılmış, yoksul düşmüş, dilenecek hale gelmiş.
Varlıklıyken el açan konumuna gelen insanların dönüp arkalarına baktıklarında “suç” hanelerinde sadece “kendi köyünde yaşam mücadelesi vermek” kalmış.
Ne terörle mücadele edenlerle, ne mücadele edilenlerle bir alakaları olmamış.
Kendi halinde “sıradan” diyeceğimiz bu insanları sıra dışı duruma getirmek, sadece beceriksizlikle açıklanacak bir durum değil.
Kötü niyet taşıyan, durması mümkün olan bir kanın akmasına göz yuman, hatta teşvik eden siyasi ve askeri anlayışın ayıbından, günahından başka nedir?
Beceremeyen onlar, akan kanı durduramayan onlar, insanların hiç yere hayatını kaybetmesine neden olan onlar ama acısını çeken başkaları.
Yerini yurdunu terk edenler, bir daha toparlanamadı.
Ne dağılan aileler bir araya geldi, ne itildikleri suç batağında kendilerini anlatabildiler.
Asıl suçluların omuzları çok kalabalık, makamları çok yüksek ve derin bağlantıları çok güçlüydü.
Bu ülkede hiçbir zaman asıl suçlunun peşine düşülmediğinden olmalı ki, ülkede cirit atanların işlediği faili meçhul olan cinayetlerin sayısını hesap etmeye kimsenin ne zamanı oldu, ne de böyle bir imkânları.
Ve biz elimize tutuşturulan “kayıtlara geçmiş” veriler üzerinden kayıplarımızı konuşmaya başladık, acılarımızı hesapladık, yitirilen umutları, dağılan hayatları gözden geçirdik.
Ama bu ülkede, 40 değil, 80 yılı aşkın bir zamandır kendilerini hükmedenler olarak görenlerin zulümleriyle karşılaştık.
Normal zamanlarda yaptıkları zulmü, kıydıkları canı az buluyor olmalıydılar ki, darbe yaparak bu sayıya sayı eklemeyi marifet bildiler.
Kendi elleriyle kurdukları terör örgütünü, kendi elleriyle kurdukları bir başka terör örgütüne kırdırarak, arada “ne kadar ölen çok olursa, o kadar koltuğumuz sağlam kalır” düşüncesine kapıldılar.
Ve biz, “barış olursa ne olur” hesabı yapmaya başladık.
Ne olacağı var mı, kandan beslenen vampirler işsiz kalır, bu ülkede yaşayan herkes mutlu bir hayata kavuşur.
Sadece bu bile, barış için atılacak her adımı hak göstermektedir, yeterli değil mi?
Twitimden seçmeler
Bu akşam (30 Ocak) Adıyamanlılar Vakfında “Yerel ve Ulusal Gündem” başlıklı seminerde dostlarla sohbet ettik. Hoş bir ortamdı, keyif aldım.