Üstad Necip Fâzıl’ın başlık yaptığımız muhteşem sözünün Türk’ü târif eden en doğru târiflerden biri olduğu tartışılmaz bir hakikat. Türk mefhumunu İslâm kimliğinden kopararak Batılı “nation=ulus” kavramıyla yozlaştıran oryantalist kafalı seküler Türkçülere ve Şamanizm’de Türklük arayanlara “Biz İslâm’ı kabul ettikten sonra Türk’ün Türkçüsüyüz” diyerek cevap veren ilk mütefekkirdir: “Türk bizim nazarımızda, bellibaşlı bir inanış, bağlanış, düşünüş, seziş, hatırlayış, duyuş, davranış (…) içinde bir îman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayâl, hâtıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh nescinden ibarettir.” (İdeolocya Örgüsü, s. 356)
İSLÂM’LA MAYALANMIŞ TÜRKLÜK ESASTIR
Necip Fâzıl’a göre Türk’ün millet mevkiine çıktığı tarih İslâm’la birlikte Anadolu’yu darüislâm kılmasından sonradır. Anadolu’yu Türk vatanı yapan İslâm’la bütünleşmiş bir Türklüktür. Türk, gerçek ve billûrlaşmış fikir ve ruh dünyasına İslâmiyetten sonra girmiştir. Belli başlı bir madde ve ruh zeminine perçinli olarak, insan, cemiyet, millet ve devlet hâlinde müesseseleşmemiz İslâmiyetle birliktedir. (İdeolocya Örgüsü, s. 399) Türklük İslâm’la tanıştıktan sonra edindiği ruhî muhtevanın ışıklarını hususî bir tahassüs ve tefekkür billûrundan aksettirerek, parça parça en parlak medeniyet hücrelerini örmeğe başladı. (a.g.e., 131-132.)
Ona göre Türk’ün devlet ve cemiyet, eser ve hamle, dâva ve siyaset hâlinde ve dünya çapında medeniyet ifadesini bulması Osmanlının kuruluşuyladır. İslâm’a kılıcını ve rûhunu bağışlayan Türkler Anadolu’da İslâm medeniyetinin en parlak devrini meydan getirmişlerdir. Osmanlı bir dönüm noktasıdır. İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalaşmanın en olgun hâline Osmanlı’yla birlikte varılmış ve bu mayalanış sürecinde, İslâm, Türk’ün duygu ve fikir plânını oluşturmuş ve rakipsiz millet olarak Türk’ü İslâm medeniyetinin temsilcisi yapmıştır. (a.g.e., s.212)
“İÇİ ALEV ALEV MÜSLÜMAN, DIŞI PIRIL PIRIL TÜRK”
“Rapor-3” kitabının 88. sayfasında yer alan Türk târifinin bin yıllık tarihî köklerimizden sürüp gelen kimliğimizle son derece mutabık olduğunu görüyoruz: “İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım. Allah’ın inâyeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!...”
Necip Fâzıl’a göre “Türklük bir ruh hâlidir. Büyük bir okyanustur. Hangi yağmur damlası buraya girerse, hangi dere akarsa o okyanustandır.” (Çerçeve, s.64) Üstadın sözlerinden anlaşılan şudur: Ümmet birliği Türklerlerin cehdiyle gerçekleşir. Müslüman milletler Türklüğün şirazesinde birleşmelidirler. NE HAÇLI, NE ŞAMAN TÜRK! MÜSLÜMAN, MÜSLÜMAN TÜRK”
Üstada göre, “Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür.” (Hitabeler, s.257) Bunun dışında Türklük beyhudedir. Türk’ü idrak edişinin bâtıldan uzak Hakk’a tapan Türklük olduğunu, Şamanist Türkçü Nihal Atsız’a verdiği cevaptan da anlıyoruz. Üstad, Atsız’a “İslâm’la münasebetiniz nasıldır?” diye sorar. Atsız, Türk’ün dîni olduğundan dolayı hürmet ederim” der. “Türk’ün dîni Şamanizm olsa ne yapardınız?” sorusuna da “Bu durumda Şamanizm’e saygı gösterirdim” diye cevap verir. Üstad “Bu anlayış dîni inkârdır. İslâm’a böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten beterdir. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüş oluyor. Halbuki biz, Türk’ü Müslüman olduğu için sevecek ve Müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik…” diyerek mukabele eder. (Babıâli)
Daha sonra bu fikrini, Sultan Alparslan’ın fütuhatından Moskof zulmüne kadar Kars’ın istiklâlindeki Türk ruhunu anlatan “Kanlı Sarık” adlı tiyatro eserindeki kahramanlarına söylettirir: “Koro: ‘Ne Haçlı, ne Şaman Türk! Müslüman, Müslüman Türk! Ölümsüz, kahraman Türk! Yeni yurtta yaman Türk! Her şey Türk’tür orada; mekân Türk’tür, zaman Türk! ‘Bu ses kimin sesi?! diye soran Fraklı Adam’a, İhtiyar Timsal ‘Bu ses, tarihteki gizli mânaların sesi... Benim sesim!...’ diye cevap verir.” (a.g.e.,s.,3-4)
Türkiye’de ve Türk münevveranı arasında Türklüğün Müslümanlıkla eş mânaya geldiğini tafsilâtlı bir şekilde ilk kez Necip Fâzıl yazmıştır. Seküler Türkçü çevreler onun Türk milletine olan ateşli mensubiyet şuurunu görmezlikten gelirler. Çünkü Türklüğü doğrudan doğruya Müslüman oluş tarihiyle başlayan İslâmî kimlik değerleriyle tavsif etmektedir. Esası budur, başka târifi de yoktur.
ZİYA GÖKALP’İN TÜRKÇÜLÜĞÜNÜ KUSURLU BULUR
Meşrutiyet’ten bugüne Türklük meselesinde İslâmî hassasiyeti en sarih ve net bir mütefekkir olan Necip Fâzıl, Türk milletine kimlik kurgulayan birçok sentezci ve seküler Türkçülerin ârızalı fikirlerini ortaya koymuştur. Meselâ, bunlar içinde en öne çıkan Ziya Gökalp’in Türkçülüğünü kusurlu bulur. Kendisinden dinleyelim: “Ben Türkçülüğü, Ziya Gökalp’ın Turancılığından ve Doğu dünyasıyla İslâm cemiyetini, onun görüşünden bambaşka anlasam da itirafa mecburum ki, Gökalp, ilk nazarda nakış ve fantazyadan kurtulmuş, büyük şekil ve mimariye kucak açmış (…) ve meseleye yuvalık etmiş, Tanzimat’tan beri ilk ve yegâne Türk tefekkür adamı sanmak, bir ân için mümkündür. Öyleyse Gökalp Şark ve Garp kayaları arasındaki uçurumda tuzla buz olmak tehlikesini yaşayan Türk cemiyetinin altına, büyük ruh ve fikir desteğini sürebilmiş midir? Hayır! Gökalp, giden Şark’la gelen Garp arasındaki mahsup sırrını ve kıymet hükmünü heceleyebilecek görüş çapında değildi. Bu yüzden mazruf değil zarftı. Ruh değil, kalıptı. Ruhunda büyük dünya görüşü kaynağından, kafasında büyük tecrit ve teşhis örgüsünden mahrumdu.” (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s.180)
“EN OLGUN VE EN İNCESİ TÜRK MİLLETİDİR”
Bütün kitaplarında ve konferanslarında “Türk” kelimesini ve “Türk milleti” ibaresini kullanmıştır. Öyle ki, Osmanlı Devletinden “Osmanlı Türk İmparatorluğu” diye bahseder: “Irkımıza, din tarihlerinde, ikinci insan tohumu Nuh Peygamberin oğlu Yafes’e kadar bir çizgi uzatılan biz, Doğu ve Batı hesaplaşmasında topyekûn Doğu’nun mümessili olduk. Doğu’nun Arap, Fars, Hint ve Çin gibi büyük temsilcileri eserlerini verdikten sonra hamle ve hayatiyetini kaybettikten sonra silinip gittiler. Fakat Osmanlı Türk İmparatorluğu Doğu’yu en büyük iş ve hamle plânına çekti.” (İdeolocya Örgüsü, s.63)
“Irk” kelimesini kavmiyetçi mânada değil, Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı’nda kullandığı mânada, yâni Hz. Âdem’den tevarüs eden temiz bir seciye, ecdat ve millet mânasında kullanıyor. Türk’e yüklediği ulvî vazife ve sıfatlar ümmet içinde hak edilmiş bir ayrıcalıktır. Ona göre, hakikatler içinde en olgun ve en incesi Türk milletidir. Bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşa edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey olmaya, yahut olmayınca hiçbir olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır. Bu şanlı nasibin hükmünde, Türk milleti bizzat arslan gibi, ya ormanların hâkimi, yahut kafeslerin mahkûmudur. (İdeolocya Örgüsü, s.84)
“ÜMMET İÇİNDE İSLÂMİYETİ TÜRKLER YAŞATACAKTIR”
Üstada göre dün olduğu gibi bugün de ümmet içinde İslâmiyeti ancak Türkler yaşatacaktır. İyi ve temiz bir Türk, ahlâk faciamızı düzeltmeli ve ahlâkı mücerred olarak inşa etmeli, böylece vatanî ve millî borcunu yerine getirmelidir. Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu et tutabilen insan, iyi ve temiz bir Türk değildir. İyi ve temiz Türk’ün, ağlaya ağlaya su kesileceği yakın bir istikbalden hâl günlerini yaşıyoruz. (İdeolocya Örgüsü, s.88)
Sıkça kullandığı “Türk irfanı” ndan ümitlidir. Türk irfanının temeli üçtür: Osmanlı, Şark ve Garp temelleri. Türk irfanının birinci temeli, kaybetmek üzere bulunduğu öz köktür. Bu köklerden üçünün de cevherlerini tek saniye kaybetmeden gerçek ve canlı Türkçe kazanına doldurmak ve orada mayalaşmalarını beklemek ve bu üç temeli Türk millî bünyesinde eritmek gerek. (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s.122) “Garp temeli” nden kastı, Mehmed Âkif söylediği gibi, Batı’nın fen ilmini alıp Müslüman Türk’ün irfanında şekillendirmektir. (ilbeyali@hotmail.com)