KSÜ tarafından Türk şiirinin beyaz kartalı Bahaettin Karakoç’a verilen fahrî doktora pâyesinin gerekçesi Türk şiirine kazandırdığı hâlis Türkçe kelime ve mısralardan dolayıdır. Onun ödüllere ihtiyacı yok ama, KSÜ’nün usta şairimize bu ödülü vermesi bir hakkın teslimidir. Geç kalan bu edebî hak nihayet sahibini buldu. Usta şaire doktora pâyesi verilmesini beş yıl kadar önce gündeme getiren ve bu düşünceyi üniversite âmirleri nezdinde sürekli olarak anlatarak “Üniversitenin, şiirimizin aksakalına hürmeten doktora vermeli, adını bir okuma salonuna ve bir kütüphaneye koymalı…” diyen, aynı üniversitenin öğretim görevlisi İsmail Göktürk ve onun fikrî ve mânevî hocası Semerkand Dergisi yazarı Ali Yurtgezen hocadır.
Bahaettin Karakoç, yetmiş yıllık şiir yolculuğunun destansı usta şairidir. Aşkın ve tabiatın bütün değerleri onun şiirinde binlerce kelimeyle vücut bulur. O Türk dilinin mecrasındaki bütün kelimeleri harmanlayarak yeni bir söyleyişle gerçek bir şiire çeker. Kendi ifadesiyle kelime avcısıdır. Türkçe yazılmış şiirlerde en güzel Türkçe kelimeleri onun şiirlerinde bulabiliriz ancak. Onun şiirlerinde Cumhuriyetin dil devrimleriyle dayattığı Ataç Türkçesi veya uydurukça kelimeleri görmek mümkün değil. O, yaşayan Türkçe’nin en temizini ve ecdâdımızın dilindeki en şeraretli kelimeleri şiirleştirir. Şiirleriyle bin yıllık İslâmlaşmış Türkçe’mize hizmet eden bir usta şairdir o.
Geleneğe bağlı kalarak kendi nev-i şahsına münhasır içinde binlerce hâlis Türkçe olan sayısız şiirlerin sahibidir. Kültürümüzün derinliklerinden alıp şiirleştirdiği güzel Türkçenin en seçme kelimelerini mazmunlaştırır ve edebî sanatların her biçimini ustaca kullanır. Şiirle kavilleştiği gibi, şiiri ahenkli ve akıcı kelimelerle mısralaştırmaya da kavilleşmiştir. Bu mânada gerçek Türkçe ile yazılmış şiire Karakoç’tan bir şiir numunesini okuyalım:
“İlkyaza bir kavlimiz var, hak yazarsa leylim aman! / Müjdeyle dönsün turnalar, gün uzarsa leylim aman! / Deme ki dağlar hâlâ kar, can bîzârsa leylim aman! / Sen mızrap ol yüreğim tar dert azarsa leylim aman!”
BAHAETTİN KARAKOÇ: “KÂLÜBELÂDAN BERİ MUHACİRİM BEN”
Bahaettin Karakoç, anadan doğma şairdir. Sonradan olmuş bir şair değildir. Kendi ifadesiyle “Kâlübelâdan beri muhacirim ben / Her nereye gitsem Ensar karşıladı / Bir at, bir kurt, bir yılan anladı da / Kendi cinsimden olanlar anlamadı / Omuz vurup geçenlerin açtığı yara / Kevgire çevirdi sevdalı yüreğimi / Ey Sevgili / Ne zaman darda kaldımsa / Hep sana yazdım arzuhalimi / Hep sen yetiştin imdada / / Bir kabir kapısının ağzında / Ne bir Münker, ne bir Nekir’im ben.”
“Şiirimizin beyaz kartalı. Şiirle yoğrulmuş çileli bir ömür, soylu bir kelime avcısı.” O, şiirin bir beyaz kartalıdır ki şu mısralar ancak onun kartal yüreğinden neşet eder: “Bir Çift Beyaz Karta /Hangi yayla yeşil, nerde keklik çok / Gel seninle orda olalım çocuk /Kayalar, kayalar... Sırt sırta vermiş / Kimi yeni mürit, kimisi ermiş.”
Karakoç’un şiirleri Türkçe’nin manzum bir lügati gibidir. Bir şairin ifadeleriyle “Türk edebiyatına yıkılmaz şiir kaleleri kuran, kurduğu kalelere bir daha dönüp bakmayan bu büyük usta. ‘Uzaklara Türküsü’nü söyledi. ‘Güneş Uçmak’ını bitirdi. ‘Beyaz Dilekçe’sini kayda geçirdi. ‘Şurada ne kaldı songüz demeye.”
Doç. Dr. Mehmet Narlı’nın, “1950 Sonrası Türk Şiirinde Bahaettin Karakoç” adlı Y. Lisans tezi, şairin şiirlerinde kullandığı, Türkçe’ye kazandırdığı ve bugün maalesef dilimizden düşürdüğümüz binlerce kelime, mazmun ve edebî sanatlar üstünedir ki, Karakoç’un şiirlerindeki dil gücünü bilmek isteyenler bu değerli teze müracaat etmesi şarttır.
BAHAETTİN KARAKOÇ: “ŞİİR, ŞAİRİN ZİKİR ARACI…”
Eski çağlardan bugüne kadar şiire ilgili birçok târif yapılmıştır. Bu târifler insanların duygu ve düşüncelerine, değişen zaman göre sürekli farklılık göstermiştir. Bütün insanların kafa yapıları nasıl aynı olmazsa, insandan insana değişiklik gösteren şiir târifinin de kesin bir târifi olamaz. Bahaettin Karakoç’un da şiirle ve şiirin ilgili pek çok tanımı ve yorumu vardır.
Usta şairin şiir târifleri de tıpkı birer şiir havasındadır: “Şiir, şairin zikir aracı, kanatlı kelimeler armonisi, iç yangını. Şiir her zaman tan aklığında iyilik ve güzellik için yüreklerde çarpan kuş. Yağmur öncesi rüzgarı, yağmur çiçeği ve yağmur sonrası gökkuşağı. Şiir, bir sözdür; aşk yemini gibi güzel, ana sütü gibi helâl bir söz. Mâveradan eser, mâveraya akar. Bu akış içinde şiirin dalgaları, kime, ne kadar dokunmuşsa, o dokunduğu kimse şiirden o kadar nasibini alır” (Narlı, 1989: 49).
KARAKOÇ: “ŞİİR, ŞAİRDEKİ İÇ YANGINLAR VE KIVILCAMLARDIR”
Ona göre, şiirin bir zikir aracı olması, onu yazan şairin ve okuyanın Allah’la ibadet ediyor gibi kutsal bir iş yaptığını gösterir. Armoni bir ahenk unsurudur. “Kanatlı kelimeler armonisi” olan şiirdeki kelimeler gerçek anlamlarından ve sıradanlıklarından kurtulup, başka bir dünyanın kapılarını aralayan sihirli birer anahtar olmuşlardır. Şiirin bir “iç yangını” olması, şiirin doğuşuyla ilgilidir. İç yangını olmadan, yüreklerde fırtınalar kopup depremler olmadan gerçek bir şiir doğamaz. Şiir, şairdeki iç yangınlar ve kıvılcımlar sonucunda kelimelere düşer. Bunun yanında şiirin insanî yanı vardır, iyilik ve güzellik ister ve getirir. Şiiri, aşk yeminine ve ana sütüne benzeten şair onun kutsallığına değinmiştir. Ona göre şiir ötelerden gelir ve yine ötelere götürür. Ve şiiri kim, ne kadar hakkıyla okumuş ve anlamışsa, şiir de güzelliklerini ona bu ölçüde açar.
“ŞİİR GAYE DEĞİL, GAYE UĞRUNA BİR VÂSITADIR”
Karakoç’a göre şiir bir gaye değil, gaye uğruna bir vâsıtadır. Yâni gaye olan mutlaka götüren bir ulvî vasıtadır şiir. Fakat bu vâsıtayı sıfatlandırır: “Şiir, benim için soylu bir araçtır. Şiiri, beni sonsuzluğa taşıdığı için yazarım; şiire sevdalı olduğum için yazarım. Kendim için yazarım, ölüler, diriler için yazarım, herkes ve her şey için yazarım. Bu herkes ve her şey “mutlak gerçek” etrafında dönen, şuurlu, şuursuz dönüp duran birer uydu değil midir aslında?” (Delibaş, Mehmet Delibaş, 1984, Bahaettin Karakoç İle Şiir Üzerine Sohbet, Olaylara Bakış, sayı: 23, İstanbul (Mülakat).
Şiirin nasıl bir bütünden oluştuğunu özetler şair: “Şiir, ses, söz, renk armonisinde billurlaşan özlemlerimizin, ihlasla salavatlanarak genişleyen duygularımızın, içimizdeki uyumlu ve aydınlık dünyalarımızın, organik bir terkibidir. Güzel bir dünya için, yetkin güzellikleri, özlemleri yüklenen diri bir mesaj, diri bir bakış ve kutsal bir nakıştır. Şiir ne kendini inkar eder, ne ferdi, ne toplumu, ne tabiatı, ne de Allah’ı. Benim, kelimelere yaslanan sanat teorimin özeti budur” (Bahaettin Karakoç, 1984, İlk Yazda, Cönk Yayınları, İstanbul).
Karakoç’a göre: “...Şiir, medeniyetlerin dönüşümünü hızlandıran bir sanattır” Kendisini dinleyelim: Yüce Peygamberimizin, benim için çok boyutlu bir pusula mertebesinde olan bir hadisi vardır, bir günü bir gününe eşit olanları tasvip etmediğini belirten. Bu hadisin işaret ettiği ufukların derinliklerine açılınca ufukların da, ilmin de, yeniliklerin de sınırsız olduğunu anladım. Dar kalıplarda sıkışıp kalmak, hareketsizlik, hep aynı teraneyle eprimiş görüntüler sergilemek içime sinmedi. Kemikleşmiş bâzı kuralların değişmesi, bâzı duvarların yıkılması gerektiğine inandırdım kendimi. Yeni sevdalar, yeni sevdalara yeni sözler gerek dedim ve kurdum şantiyemi... Çok önemli işler yaptığımın bilincindeyim. Bu işten anlayanlar da benim neler yaptığımın farkında” ” (Emine Sümeyra Alimoğulları, 2005, Bahaettin Karakoç’la Şiir Üzerine, Edebiyat Otağı, sayı: 3, Ankara).
KARAKOÇ: “ İYİ BİR SES AVCISIYIM”
Karakoç’un varlığa yaklaşımı da yerlidir: “Çok geniş, çok zengin bir şiir coğrafyam vardır. İyi bir gözlemci, iyi bir analizci, iyi bir sentezci ve iyi bir ses avcısıyım. Varlıkları var eden, dilediğinde yok eden ‘Mutlak Varlık’a imanım tamdır. Kâinatın kumaşı o mübdimin tezgâhında dokunmuştur. Canlı ve cansız, renkli ve renksiz her cisim O’nu zikreder, çünkü O bizim yaratıcı yüce Rabb’imizdir. Rezzak’tır, Rahim’dir. Kerim’dir, Kadim’dir... O’na kul olan ve kulluğunun gereklerini yerine getirenler daima kazanır, O’nu inkâr ve ihmal edenler ise burada da, ötede de kaybederler ve hüsrandadırlar. Benim cümle varlıkla, ‘Mutlak Varlık’a bakış açım budur. Eserlerim de bu atmosferde doğar ve palazlanırlar” (Alimoğulları, 2005) demiştir.
Bu doğrultuda şairin tasavvufî, Allah ve Peygamber aşkını işleyen dili güzel kitapları vardır. Menzil (1991), Beyaz Dilekçe (1995), Leyl ü Nehar Aşk (1997) ve Aşk Mektupları (1999), Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004) ve Ben Senin Yusuf’un Olmuşum (2006) otuza yakın şiir kitabından bazılarıdır. Serbest ve hece ölçüleriyle yazılmış şiirleri bulunan usta şairin bu konuyla ilgili şunları söylüyor:
“Şekilde şartlanmışlığım yoktur. Şiirde şekil bir enstrümana benzer. Bir neyzen ney çalmakta, bir udi ud çalmakta, bir başkası keman, saksofon, piyano ve trampet çalmakta ustaysa bırakın bu ustalıklarını daha yatkın oldukları enstrümanlarla devam ettirsinler. Şiir de böyledir bir açıdan. Ama ben derim ki, bir orkestra şefi olup korodaki her sanatçıyı coşturmak dururken, neden koro şefinin elindeki çubukla yönlendirileyim? Şairin bir ses avcısı olduğunu defalarca vurgulamışımdır. Evet, şair bir ses avcısıdır. Aslında şiirin şeklini de ses belirler. Şiirin tılsımlı sesi bana hangi kıvamda ve hangi ölçekte gelirse ben ancak ona uyarım. Her şiirin değişik bir coğrafyası vardır; döllenmesi, sancısı ve d oğumu da öyle... Aslında serbest ölçüde yazdığım şiirler bile iç ahenge ve ritim bütünlüğüne ustaca perçinlidir” (Hüseyin Tuncer,1991, Bahaettin Karakoç İle Şiir Üzerine Mülakat, Ufuk Çizgisi, sayı:15, İstanbul).
KARAKOÇ: “İLHAM KAYNAĞIM İÇİMDEDİR”
Usta şairimizde ilham modernistlerin ve sürrealistlerin indî ve ölçüsüz şuur altından boşaldığı gibi gelmez:
“Arı Türkçeci dil Donkişotlarının ‘esin’ dediği ilham, ne peri kılığında gelir bana; ne de sihirli bir kuş. Benim ilham kaynağım içimdedir; güncel bir olaydan da etkilenirim, tarihî bir anekdottan da. Bir gölgeden de etkilenirim, bir kokudan da. Her şey etkileyebilir beni. Bir ağacı şiddetlice salladığınız zaman, olgun meyveler nasıl yere düşerse, şair içinden sarsıldığı zaman da şiirler öylece dökülür” (Günümüz Şiirinin Büyük Ustası Bahattin Karakoç İle Şiir platosunda Yine Birlikte, Tarihi Uzunoluk, sayı: 6, 1994,Kahramanmaraş).
Bu cümlelerden anlıyoruz ki ilham beklenince gelen herhangi bir şey değildir. İlham, zamansız gelen ve gelince şairi sarsan bir yıldırıma benzer. İlham, her şeyden etkilenebilecek, onlardan yeni biçimler çıkaracak bir ruhun, şairde oluşmasına izin veren, şairi sarsan bir etkidir. İlham gelen şaire, ahenk, kafiye, ölçü gibi ses unsurları birlikte mi gelir, yoksa şair şiirini kağıt üzerine dökerek bâzı oynamalarla bu unsurları sonradan mı ekler?
Karakoç, “Şiir hangi biçimde içime yansımışsa, o şiiri, yansıdığı biçimde dışarı aktarırım” diyor. Yâni şiirin şeklinin içte gerçekleştiğini ve buna müdahale etmediğini söylüyor. Şiirlerinde çok geniş bir kelime hazinesine sahip olan şair, mahallî söyleyişlere de geniş yer verir:
“İnsan, kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşur, kelimelerle tefriş eder dünyasını, kelimelerle tefsir eder zâhiri ve bâtını. Bütün bildiklerimiz kullandığımız kelimelerle orantılıdır; bilmek istediklerimize de kelimeler götürür bizi. Kısacası, kelimeler de bizim mukaddeslerimizdir. İhtiyaç duyduğum zaman mahallî kelimelerden yararlandığım doğrudur; çünkü ülke coğrafyamızın bütünlüğü içinde kullanılan her kelime millî kültürümüzün canlı bir parçasıdır bana göre, dün kullanılmışsa bugün niye kullanılmasın? Yeter ki kullanacağın her kelime mısra ve cümle yapısı içinde yerine sağlam otursun; yansıtmak istediğin duygularla, düşüncelerle ve kümedeki bütün kelimelerle iyice kaynaşsın. Gerektiğinde mahallî kelimeler de kullanmakta ben bir sakınca görmüyorum” (Tuncer, 1991: 5-8).
Şairin gelenekle ilgili herhangi bir yazısına veya mülakatına rastlayamıyoruz. Mevcut olan ifadeleri Divan şiirinin üstün bir şiir olduğu, her bakımdan mükemmeliyeti yakaladığı noktasında birleşiyor. Ona göre, o şiirin büyük olmasının sebebi, olgun bir kültür, canlı yaşanan bir inanç içerisinde yeşermesidir. Şairin gelenekle bağlarını şiirlerini incelediğimiz zaman görüyoruz.
“ŞİİR AŞK OLUR, ÖLÜM OLUR, AYRILIK OLUR, GURBET OLUR”
Karakoç’a göre muhteva; “Şiire yeşeren bir çekirdek, zamana sunulan bir selâmdır. Aşk olur, ölüm olur, ayrılık olur, özlem olur, gurbet olur, erdem kuşağında vuslat olur, Peygamberimize şefaat dilekçesi, Rabbülâlemin’e yazılan münâcât olur. Ufuk gibidir, çölde görünen serap gibidir, sen koşarsın ulaşıp yakalamak için, o kaçar. Kendini aynada seyredersin ama aynadaki yüzünü avuçlayamazsın” (Bahaettin Karakoç, 1994, Şiir Sanatının Evrensel Karanlığında Petekler Ören Usta Arıyı Bulma Bağlamında Bir Gezi, Akademik Çerçeve, sayı: 3:2-6, Kahramanmaraş).
KARAKOÇ: “ŞİİR ÜLKESİNİN SULTANIDIR ŞAİR”
Şiiri “ses”den oluşan bir terkip olmasına değiniyor önce. Şairin ilk görevi budur. Ayrıca şairi mesaj iletmekle yükümlü tutar. Şairi Mutlak Gerçek’in sevdalı arayıcısı olarak gören şairin, inançlarına bağlı olduğunu ve şiiri bazen tasavvufî boyutta, Allah’a varma yolunda bir vasıta görüyor. İşte şair, böyle bir âlemin içinde sarhoştur. “Yeryüzüne tesadüfen gelmemiştir. Şair duygularını bir armoni kıvamında şiirleştirirken, tefekkürü dışlamaz, bütünlüğe dikkat eder; sınırları karıştırmaz, mevsimleri şaşırtmaz. Sorgular, uyarır ama üç ayaklı sehpada ceset sergilemez. Şiir ülkesinin sultanıdır şair; tebaası güzel şiirden anlayan herkestir. Çoban şairler, kılavuz şairler için geçerlidir bu söylenenler; sürüdeki sıradan şairler için değil; omuzu heybeli bulvar ozanları için değil” (Narlı, 1989).
Bahaettin Karakoç, şairi, kainatı, yüreğine sığdıran sevgi dolu biri olarak değerlendirir. Karakoç’un şiirlerinde ve düşüncelerinde tasavvufî izler bulmak mümkündür. Yunus Emre’nin “Yaratılanı sevdik Yaradan’dan ötürü” mısraını işaret eder geniş sevgi kaynağında.
KARAKOÇ: “ŞAİR, ŞİİRİNDE MUTLAK GERÇEK’İ ZİKREDER”
Ona göre şair, diğer insanlardan farklı bambaşka şeyleri görebilen ve hissedebilen insandır: “Sıradan insanların duymadıklarını duyan, görmediklerini gören, bilmediklerini, yorumlayamadıklarını yorumlayan, şiirle yatıp kalkan, şiirle düşünüp, konuşan, ilham kaynaklarına çirkin ve haramı bulaştırmayan; kafaları ve gönülleri kurcalayıp metafizik ürpertilere sinyaller gönderen; kelimelere kanat takıp ruh üfleyen, şiir olgusunu bir hobi olarak değil, ulvî bir meslek olarak kabullenen, şiir kültürüyle edebiyat dünyasında özgür bir oylum oluşturan ve daima şiirleriyle Mutlak Gerçek’i zikreden üslûp sahibi bir sanatkârdır” (O. Bülent Manav, 1991, Kelimeler Sultanıyla Bir Şiir Sohbeti, Tepe Edebiyat, sayı:10: 8-11, İstanbul).
“Beyaz Dilekçe”den:
“Rahman Ve Rahim Olan Adına Sığınarak /Açtım İki Elimi, Kor Gibi İki Yaprak / Bir Edep Ölçeğinde Umutlu Ve Utangaç /İşte Dünya Önünde, Benim Ruhum Sana Aç / Bu Seyriyen Ellerle, Senden Seni İsterim/ Senden Seni İsterken, Canımdan Çıkar Tenim /Sana Âşık Ruhumdur, Merceği Yakan Işık /Gözlerim, Cemalini Görmeden De Kamaşık / Bir Mirasyediyim Ben, İflasın Eşiğinde / Hep Sabırla Çürüyor, İhlas Bileşiğinde /Kimin Kimlik Ararken, Hem Güler Hem Ağlarım /Yükseklerden Dökülen, Sular Gibi Çağlarım / (…) /Bir Beyaz Dilekçedir, Sana Her Yalvarışım /İmanımla Amelim, Hem Perdem, Hem Nakışım.”
“Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” şiirinden:
“Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü /Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü /Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü /Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana / Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana /Ihlamurlar çiçek açtığı zaman /Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden/Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden /Bebekler hayta hayta yürümeden /Geleceğim diyorum, geleceğim sana /Ne olur kesin bir takvim sorma bana /Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.”
Aşk Mektubu XXIV’dan:
“Ey çağı hiç geçmeyen sevgili /Her mola biraz daha geciktirir vuslatı /Benim acelem var, imtihandayım / Sevdalıyım, tez canlıyım /Ayaklarımın altından yer kayıyor / Başımın üstünden gök-çatı.
“Ölüme Bakan Açılar” şiirinden:
“Bir rinde sordum ki ölümün aslı nedir /Dedi ki sevmemektir, içmemektir /Ne zaman ki elimdeki kadeh düşüp kırılır /Bil ki vakit gurup, yaklaşan ölüm demektir / Yorgun bir işçiye sordum aynı soruyu /Yüzüme tuhaf tuhaf bakıp durdu /Sanki dili bağlanmış da yüz mimikleriyle /Benim için ölüm, işsizlik diyordu /Bir askere sordum aynı soruyu /Dedi ki çirkini, korkulara yenilmektir /Ölümün güzeliyse cihad yaparken şehit olmak /Ne götüreceğini yaşarken bilmektir /Hiç ağlamamış bir hakime sordum bu soruyu /Titredi deri değiştiren bir yılan gibi /Belli ki ölümü hiç aklına getirmemiş/ Herhalde iktidardan düşmek dedi /Az gözlü bir bezirgâna sordum bu soruyu /Bir servetine baktı, bir de dağlara /Ne fırtınalar atlatmıştı bugüne dek /Ölüm, bir iflastı kapkara/ Şanlı bir güzele sordum aynı soruyu /Işıklı kanatları aniden buruşuverdi /İlk kez sıkışıyordu zaman aralığında /Ölüm, yaşlanmak dedi ve ıslandı kirpikleri /Umutsuz bir hastaya sordum aynı soruyu /Doktoruna baktı, baktı ve daldı /Doktorsa bir kalbin durmasıdır ölüm dedi /Ve ıslıkla ağır bir melodi çaldı/ (…) / Bir inanmışa sordum bu soruyu /Dedi ki, ölüm bir geçittir gerçek sılaya /Yeter ki azığın has, binitin yürük olsun /Tevhid bayrağıyla yürü ukbâya.”
“Beyaz Bulutlar Altında” şiirinden:
“Açmayın yüzünü ölünün /O üstünde yatıyor şimdi /Vakitsiz solmuş gülünün /Ağlatmayın kızını ölünün /Melekler kalıbını alıyor şimdi /Kanatları yolunmuş dilinin /Silmeyin izini ölünün /Melekler kalıbını alıyor şimdi /Üstüne serilecek halının /Çalmayın sazını ölünün /O bütün notaları unuttu şimdi /Tılsımı bozuldu elinin.” (Habervaktim.com)