Ülkelerin sınırları olur ve bu sınırlar, o ülkenin sahip olduğu toprakların nerede başlayıp nerede bittiğini belirler. Peki, hiç düşündünüz mü bu sınırları çizen en kim? Ülkeler ve sınırlar olmazsa ne olur?
Bu ve buna benzer soruları çoğaltmak mümkün...
Ama önce dar mı düşünmek gerekir, geniş mi ona karar vermek gerekir.
Dar düşündüğünüzde ülkeyi kendi evinize, tarlanıza, bahçenize benzetebilirsiniz.
Gayrimenkul denen malınızın nerede başlayıp, nerede bittiğini kadastro belirler. Bunun için size bir de tapu verir.
Kâğıt parçasından ibaret olan tapu, sizin o toprak üzerinde hakkınız olduğunu gösterir.
O gayrimenkul, size miras olarak kalsa da, parasını ödeyip alsanız da değişmez.
Muhtemelen o toprakların bir önceki sahibi siz olmadığınız gibi bir sonraki sahibi de siz olmayacaksınız.
Toprağı edindiğimiz tarihten satana vefat edene kadar söz sahibisiniz. Çocuklarınıza miras bırakırsanız, bu defa onlar elden çıkarana kadar sizden aldığı hükümranlığı devam ettirecek. O da satana veya vefat edene kadar.
Tapulu malınız, tapusu sizde olduğu müddetçe “benim” diyeceğiniz bir mal varlığıdır.
Sizin onu satmanız veya vefat nedeniyle devretmeniz onu varlık olarak değerlendirilmesinin önüne geçmez.
Yani bir başka deyişle siz kullanıcısınız bir süreliğine, malın esas sahibi değilsiniz...
Ülkeler de böyle...
Tarihin ilk dönemlerinden bugüne kadar baktığımızda el değiştirilen, sömürülen, kanını ve canını ortaya koyan, katleden/katledilen, satılan, hediye edilen, peşkeş çekilen yüzlerce irili ufaklı ülke görürsünüz.
Yine bir süre sömürülüp, sonra da ilelebet sömürmek için cetvelle çizilen sınırlar ve o sınırların içi de görevlendirilen kukla yöneticiler de görürsünüz.
O ülkede yaşayan ve yaşamak zorunda olan insanlar, yöneticilerinin insafına kalan bir yaşama mahkûmlardır.
Kimi ülkelerin zenginliği orada yaşayanlara değil, sömürenlere aittir.
Sefalet içinde yaşayanlar “bizim ülkemiz” diyerek yaşadığını sanmaya devam eder.
Belki başka çıkar yolu yoktur, belki mücadeleyi ve belki de kaçıp gitmeyi seçer.
Dünyanın her yerinde o topraklarda doğmamış ama doymayı seçmiş insanlara rastlarsınız.
Hem de bu sayı öyle çok ki, herkesi yerine gönderseniz dengeler altüst olur.
Dünyanın her yerinde yaşayanları ortak özelliği insan olmalarıdır.
Kimi beyaz, kimi siyah, kimi sarı ama hepsi insan…
Farklı dile sahip olan, farklı kültürle yetişen ve farklı inanç taşıyanların tek ortak noktası insan olmalarıdır.
Bir ülkede yaşayan, diğer ülkede yaşayandan daha üstün veya daha düşük değildir.
Aynı dili konuşsalar da, aynı inanca sahip olsalar da farklı ülkelerde yaşamını sürdürenler vardır.
Tıpkı sahip olduğunuz tapulu malımıza komşu olanlar gibi...
Ülkeler ve sınırlar olmasaydı, yine herkes bir toprağa sahip olacak, yakın veya uzak yerlerde yaşamını sürdüreceklerdi.
Elbette ülkeler ve sınırlar olmasaydı yaşayanlar yine insan olacaktı.
Allah insanları da yaratmış, bütün kainatı da onun emrine vermiştir.
Hiç kimse bir diğerine “sen Allah’ın kulu değilsin, dolayısıyla da dünyamızda olmaman gerekir” deme hakkına sahip değil. Çünkü her insan, doğuştan elde ettiği bir kazanıma sahiptir, yaşama kazanımıdır, hakkıdır bu…
Ülkeleri kuran da, yıkan da biz değiliz ama bizim adımıza veya bize rağmen bunu yapanlar var.
Sınırları çizen de biz değiliz. Onu da bizim adımıza veya bize rağmen çizenler var.
Ülkelerin ve sınırların en güzel yani, orada doğup büyüyenlerin güven içinde yaşamasıdır.
Güvende değilseniz, sömürülmeye devam ediyorsanız, zulüm görüyorsanız orası sizin ülkeniz olsa ne olur, olmazsa ne olur?
Ülkeye ve orada yaşayan insanlara sahiplenmek, koruma amaçlı güzeldir, ezme ve sömürme amaçlı değil.
Ülkeler ve sınırlar elbette olur ve olacak da...
Ama eğer sadece ülkeye sınır çizmiyor, kafanıza da sınır çiziyorsanız işte o zaman yandınız demektir.
Bir anda kendinizi “sahip” sanır, başkalarını köle veya daha düşük mahlûk olarak değerlendirirsiniz.
Ondan sonra Allah’ın yarattığı kâinatta, kimin, nerede yaşaması gerektiği kararının size ait olduğunu sanırsınız.
Kafanızda sınır olduktan sonra kendinizi bir yere hapseder, oradan başka yerde yaşayamayacağınıza inanırsınız.
Allah’ın insanın hizmetine sunduğu kâinatın her hangi bir yerinin asıl sahibinin siz olduğuna inanmaya başlarsınız.
Nereden geldiğinizi unutur, bir yerden gelenlere yaşam hakkı bile tanımaz, kendinizi yaratıcı yerine koyarsınız. .
Maalesef Suriyelilere tepki gösterenler, kendisini tanrı yerine koyan ahmaklardan farksızdır.
Kimse kusura bakmasın bu kâinat sizden bize armağan değil Allah'tan bir ihsandır...
Tweetimden Seçmeler
Müslüman olmak, yüce bir ahlak gerektiriyor ve yine Müslüman olmak, bütün insanlığı -yaratandan ötürü- sevebilecek bir yürek de istiyor.