Şehre dair her şey ilgimi çekmiştir öteden beri.
İçimde yaşattığım şehirle, içinde yaşadığım şehir çoğunlukla çelişse de, hatta çoğunlukla bir biriyle sürekli kavga halinde olsa da, her iki şehir de benim şehrimdir.
Doğduğum, farkına varmaya başladığım ilk andan itibaren her sokağını her caddesini, her kuytu köşesini her önemli yerini, hatta her önemsiz yerini –neredeyse- ezbere bilen birisi olarak, soluduğum havayı, gezdiğim yeri, içtiğim suyu, tadına vardığım lezzetlerini gözü kapalı bilirim şehrimin.
Adıyaman, sadece bir şehir değil, o şehirde doğan her kişi için.Adıyaman, aynı zamanda bir sevdanın adıdır; Çoğumuzun sevdası kara olsa da…
Bazılarına yârdır Adıyaman, bazılarına yaradır, kanayıp duran.
Her ne olursa olsun, hayatımın tam yarım asrını Adıyaman’da geçirmiş birisi olarak sevdalandığım, yandığım, yâr bildiğim, yaralandığım bir şehirdir.
Zaman zaman hepiniz gibi kızsam da, küssem de, bir köşeye çekilip sinsem de, Adıyaman vazgeçilmez bir sevdanın tam adıdır.
Belki de adımızın ‘yaman’ olması bu yüzdendir.
Bakmayın ‘yaman’ diye bilindiğimize; o kadar sahipsiz, o kadar yalnız, o kadar çaresiz, o kadar garip ki, bunun başına gelmediğinde bilmez, bilsen bile anlamaz, anlasan bile anlamlandırmazsın.
Çünkü bizim şehrimizdir; havasıyla, suyuyla, taşıyla, toprağıyla, çamuruyla, çukuruyla, sorunuyla, çözümüyle, derdiyle, dermanıyla, çaresiyle, çaresizliğiyle bizim şehrimizdir.
O kadar emindik ki, ‘biz ölürüz, şehrimiz yaşar’dı ve bu hiç değişmezdi. Ölü gibi de olsa, can da çekişse, hayat belirtisi göstermezse bile yaşardı.
Hepimiz günü geldiğinde ölecektik, çok iyi biliyorduk.
Şehrimizi o kadar çok seviyorduk ki, nereye gidersek gidelim; “Benim cenazem bu şehre gelecek, benim annem, benim babam bu şehirde yatıyor.” derdik. Belki de çoğumuz ‘Adıyaman’da yaşanmaz, Adıyaman’da ölünür’ diye inanıyorduk.
Bizim zamanımıza kadar hepsi doğruymuş.
Sadece biz bilmiyormuşuz.
‘Herkes ölür, şehirler yaşar’ diye bilirdik.
Bütün planımız, yarına dair bütün hayallerimiz buna göre şekilleniyordu.
Çocuklarımıza iyi bir şehir bırakmanın mücadelesini veriyor, daha iyi bir şehrin düşlerini kuruyorduk.
Yanılmışız…
6 Şubat…
04:17…
Bir şehrin ölüm saatidir.
Hem de sadece kendisini değil, on binlerce insanımızı, sevdiklerimizi, canlarımızı, cananlarımızı da alıp götüren bir ölümdür bu.
Biz hep yaşlılar ölür bilirdik çocukken…
“Neyi var” diye sorarlardı ölen için, sayarlardı hastalığını ve sonunda “yaşlıydı” der, bitirirlerdi. Yaşlıydı ve ölürdü…
Bazen gençlerde ölürdü ama nadirdi.
Vakti gelen herkes ölürdü ama şehirler de mi ölürdü?
Bir şehrin ölümüne ve bu kadar insanın da yarısının enkazın altında, diğer yarısının enkazın üstünde ölmesine alışamadık, alışamayacağız, alışmamız da beklenmemeli.
Koca şehirde bir kişi ölse, bütün bir şehir taziyeye giderdi. Bu defa farklı oldu.
Bütün bir şehir öldü; yarısı enkazın altında, diğer yarısı da enkazın üstünde…
Sonra öğrendik, acıyla öğrendik, sancıyla öğrendik.
Meğer gün gelir şehirler de ölürmüş…
Öyle bir öldü ki, bizi de öldürdü.
Öyle bir öldü ki, bütün ölümleri de birlikte öldürdü.
Öyle bir öldüki, bütün acıları dağladı, bütün yaraları kanattı.
Öyle bir öldü ki, var olanlar yok, yok olanlar zaten yok oldu.
Ölenler öldü ama kalanlar bir gecede yetim kaldı, öksüz kaldı, yârsız kaldı, cansız kaldı, canansız kaldı, evlatsız kaldı.
Ve en kötüsü bir gecede fakir düştü, yollara düştü.
Her şey düştü ama bir tek gözlerden yaş düşmedi, kurudu gitti bütün pınarlar.
***
Ama bütün bunlara rağmen ümitsiz değilim.
Biz ölüleri diriltemeyiz ama ölen şehirleri diriltmek mümkün.
Eğer adımız ‘yaman’sa, yeniden Adıyaman olmak, daha iyi Adıyaman olmak, daha güçlü Adıyaman olmak, daha cazip Adıyaman olmak, daha yaşanılabilir Adıyaman olmak ve hep özlediğimiz, hep hayalini kurduğumuz, hep düşlerde büyüttüğümüz Adıyaman olmak mümkün…
Yeter ki gönülden isteyelim, ölenle ölmeyelim…