Metin Acıpayam: Totaliter zihniyetin şehir tasarımı üzerine ne düşünüyorsunuz?
Yahya Düzenli: Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, bir söyleşide batı şehirleriyle ilgili kendisine sorulan “Avrupa şehri kendisini büyük kudretler vehmeden iradenin dikte ettiği, kitleleri en kolay şekilde nasıl yönetebilecekse öyle dizayn ettiği şehir midir, yani otoritenin iradesini mi temsil eder?” sorusuna öyle bir kuşatıcı ve ontolojik bir cevap veriyor ki, bütün bir şehir-insan-medeniyet-mimari davamızın hülâsasını ortaya koyuyor.
Şöyle söylüyor Cansever:
“Kendisinde, her şeyi yapmak hakkının olduğunu vehmeden, emredici bir iradenin, insana ait bütün temel değerleri bir kenara iterek meydana getirdiği bir fizikî yapıdan söz ediyoruz. Düşünün bir kere, duvarlardan ve pencerelerden oluşmuş, bir kilometre boyunca uzanan bir sokak. Bir arkadaşınızı bulmanız için o evden yansıyan şahsiyete değil, kapı numarasına bakacaksınız. Diktatörler ve onların yakınları, yani diktatörün gücünü paylaşanlar, onlar her biri kendilerini bir Firavun addediyor, güçlerini ispat etmek için hareket ediyorlar. Devasa apartman blokları yapıp insanları buralara istiflemek de, 20. Asrın başında Almanya’da yapıldığı gibi, yan yana dizilmiş standart evler yapmak da bir çeşit totaliterliktir. Dev apartman blokları yahut yan yana dizilmiş birörnek evlerden oluşan mahalleler, şehirler oluşturmak, elbette aynı zamanda aileyi standartlaştırma iradesini yansıtmaktadır. Bu türden düzenlemeler, ailelerin ve isteklerinin standart olmadığı bilinerek yapılmalıdır. O halde evleri standartlaştırmak yerine, evlerin parçalarını standartlaştırmak daha insanî bir çözümdür ve yalnızca Osmanlı dünyasında uygulanmıştır. “
Cansever’in bu cevabını okuyunca, diğer bazı sosyal bilimlerde-disiplinlerde yaşanan fakat farkında olunmayan önemli bir yanlışa vurgu yapmak gerekiyor. Genellikle bir konunun uzmanlarına, özellikle de fikir adamlarına “batı”nın sorunlarına, açmazlarına, yanlışlarına ilişkin sorulan sorularda sanki ülkemizin o konuda kemaliyle yaşadığı bir süreç varmışçasına bir tatmin olmuşluk hali sözkonusudur. Hâlbuki, yaşanmış, dili ve zamanı arkada kalmış, geçmiş, tarihsel bir olgu olarak insanlık tarihinde yerini almış ‘medeniyet birikimi’mizi sadece ruhu artık yaşamayan bir ‘gövde’ olarak almak, o medeniyetle ilgili vehimlerin artmasına, derinleşmesine sebep olur.
Cansever’in cevabında da bu durumun deşifresi aynen sözkonusudur. Her ne kadar rahmetli Cansever her ne kadar Batı şehirlerine ilişkin önemli tesbitlerde bulunuyorsa da aslında bugünün Türkiye’sini işaret ediyor, 2012’ler Türkiye’sinin şehirlerine vurgu yapıyor.
Cansever’in söyledikleri tam da bugünlerde, adeta yeni bir dünya savaşı hazırlıklarını tamamlamış, bu savaştan galip çıkacağından en küçük bir şüphesi olmayan, bütün silahlarını, karargâhını, zırhlı araçlarını alana sürmüş bir iktidarın KENTSEL DÖNÜŞÜM operasyonlarını ve sonuçlarını bize haber veriyor.
Onun eleştirdiği o batı şehirlerinin ruhsuz fizikî yapısının “batılı dünya görüşü” içinde bir anlamı, izahı ve yaşanabilirliği var. Bizde ise Tanzimat’tan bu yana, özellikle de Cumhuriyet dönemi şehircilik, mimarî ve yaşama kültürü’nün “totaliter” bir dayatmanın ürünü olmadığını kim söyleyebilir? Siyasî iktidarlar, yerel yöneticiler, mimar-mühendis örgütleri, şehir plancıları ve rant iştahından başka bir şey görmeyen müteahhitler milyonları silolarda 173 yıldır (1873’den bu yana) istif etme sadizminden bir türlü vazgeçmemişlerdir. Kendi medeniyet ve şehir birikimine, dünya görüşüne savaş açan iktidarları, onların katliamlarının hesabını bir yana koyalım. Peki, ‘yerli’ iddiasıyla 1950’den beri siyasî hayatımızda egemen olan iktidarların katliam müzesine dönüştürdükleri şehirlerimizin hali nasıl izah edilebilir? Eğer tarih ve gelecek nesiller bir gün her alanda olduğu gibi “şehir ve mimarî” alanında da bir tarih mahkemesi kuracak olurlarsa;
Tanzimat’la Cumhuriyet arasındaki 84 yılı (1839-1923) müthiş bir taklit, kendinden utanma, başkalaşma ve yabancılaşma;
Cumhuriyet’in kuruluşuyla 1950 arasındaki CHP iktidarını şehir ve tarih katliamcısı, ‘kök kurutmaya memur’;
1950 ile 2002 arasındaki 52 yılı da şahsiyetsiz, komplekslerle malûl, önceki katliam döneminin muvazaacı iktidarlarla devamı dönemler olarak mutlak surette yargılayacaklardır.
Şimdi… En önemlisi de 2002-2016 arası tek partili siyasî iktidar dönemi… Peki, bu dönemde ne yapılmıştır ve ne yapılmaktadır? Çirkini yıkalım iddiasının dışında hiçbir tarih, insan, şehir, mimari ve medeniyet derdi taşımayan, sadece bunların “ıslıkçılığını” yapan bir siyasî zihniyetle şehirlerimiz belki iki yüz yıl daha içinden çıkılamayacak bir “kentsel bataklığa” dönüştürülüyor. Cumhuriyet döneminde hiçbir iktidara nasip olmayan imkan, fırsat, birikim, malzeme ve ortamda şaşırtıcı (!) bir ihtirasla yürütülen on yıllık şehir yapılanmaları ile yaşadığımız mekânlar maalesef heba edildi. Adeta “kifayetsiz muhteris”ler eliyle hayatlarımız çalındı.
Çok tekrarladık yine tekrarlayalım: Tarih ve medeniyet idraki yok ki şehir inşası olsun! Mensubiyet yok ki mes’uliyet ve mecburiyet olsun!
Her şeyden önce kendi şehir, mimari ve medeniyet birikimini anlayamama, yâni zihniyet problemi var. Özellikle TOKİ marifetiyle inşa edilen “şehircikler/bina toplulukları”ndan yansıyan bir şehir-medeniyet-mimarî-estetik-yaşanabilirlik ruhu var mı? Sizi tarihi süreklilikle buluşturacak, sürekliliği geleceğe taşıyacak bir idrak yansıması var mı yapılarda ve mekânlarda? Gören varsa söylesin… Bunları sormak bile en hafifinden abesle iştigal olur. İktidar “kentsel dönüşüm” adını verdiği bu hamlesiyle ne kadar öğünse yetmez (!) Cansever’in batı şehir ve yönetici zihniyetine ilişkin söyledikleri esasen bugün bize yapılmış müthiş uyarılardır. Çünkü:
-Kendisinde her şeyi yapmak hakkının olduğunu vehmeden emredici bir irade,
-İnsana ait bütün temel değerler bir kenara itilerek meydana getirilen fiziki yapılar,
-Yapılan dev apartman kütlelerinde insanı bulmak için o apartmandan yansıyan şahsiyete değil kapı numarasının değer kabul edildiği bir anlayış,
-Diktatör ve diktatör gücünü paylaşma sadizmiyle şehir-mimari ve yaşama biçimlerini de belirleyen ‘güç zehirlenmesi’ne tutulmuş bir yönetim,
-Batının yüzyıl önce insanları istif etmek için hazırladığı siloları, kadavra deposu halinde bugün bize “toplu konut”, “kentsel dönüşüm alanı”, “marka kent”, “dünya kenti”, “gecekondusuz kent” olaraksunan bir zihniyet söz konusudur. Ve tarih bu zihniyeti bir değil iki kez yargılayacaktır. Halimize Fuzulî tercüman olsun: “Derd çok, hemdert yok, düşman kavî tâli zebun!”
Rahmetli muhakkik-kimar Cansever “Her nesil kendi şehrini inşa etmeli, kendi yaşama ortamını yeniden düzenleyebilmeli.” diyor. Şehirlerimizde “küçük kıyamet”in, yâni kentsel dönüşümün başladığı bu hengâmede insanoğlu kendi şehrini nasıl inşa edecek? Silahla insanların üzerine saldırmakla, iş makinalarıyla coğrafyaya saldırmak arasında bir fark var mıdır? Asla ! Her ikisinde de ‘imha’ya azmetmiş bir terminatör vardır! Bugün olan da budur! Vay şehirlerimizin haline!
Modern zaman şehirleri/metropolleri insanı işte böylesine, hem ‘nerede yaşadığı’ sorusunu soramayacak, hem de cevabını veremeyecek bir ‘idrak kaybı’na uğrattı. İnsan şehrini yok etti, şehir de insanını.
Metin Acıpayam: Ehl-i irfan der ki: İnsan, “nerede yaşadığının farkında olan” idrak sahibi varlıktır. Bunun aksi ise “nerede yaşadığının farkında olmamak”, yâni idrak sahibi olmamaktır. Peki bu tarif, günümüz şehirlerinde ‘insan’ denilen ve acımasızca depolandığının farkında olmayan varlıkları da kuşatıyor mu?
Yahya Düzenli: Cevabı zor bir soru. Daha doğrusu cevabından korkulan ontolojik bir soru. Büyük şair Fuzulî’yi hatırlıyoruz: “Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler!” Cevap vermek için cevap… Kendinden kaçmak için cevap… Kendi acısını duymamak için cevap… Modern zaman şehirleri/metropolleri insanı işte böylesine, hem ‘nerede yaşadığı’ sorusunu soramayacak, hem de cevabını veremeyecek bir ‘idrak kaybı’na uğrattı. İnsan şehrini yok etti, şehir de insanını. Şehrimiz Trabzon da bu anlamda, belki de tarihinin önemli dönüşümlerinden birinin daha kapısını aralıyor. İmparator ve konsülün kendisine bahşettiği ünvanla şehrimize artık ‘metropol’ yâni büyükşehir ünvanı verildi (!) Yaşasın İmparator, Yaşasın Senato ve Yüce Konsüller! Latince ve eski Yunanca’da metropol ‘büyük şehir’, nekropol ‘ölüler şehri’ demek. Şehrimizi “hormonal büyütme” ile metropol yaptılar. Bakalım bu hormonal büyütme ile yeni bir bünye kazanan yaratık nasıl kontrol edilecek, nasıl yönlendirilecek? Endişemiz odur ki, bu yeni yaratık kendisini icat edenlerin hiç de hesap edemeyecekleri bir bünye patlamasıyla/ifrazatlarıyla şehrin (tabii kalmışsa) tarihî dokusuna, iklimine, topoğrafyasına, karakterine ve şahsiyetine karşı savaş açacak! Nereden mi biliyoruz! Metropol statüsü kazandırılan diğer şehirlerimizin sorunlar bataklığına dönen hallerini gördükçe bu tesbitimizin kehanet değil, aksine bir realite olduğunu söyleyebiliyoruz. Büyü şehrim büyü! Metropol sana dar gelir, öyle büyü ki ‘nekropol’ statüsü kazanasın! Nekropol, yâni “ölüler şehri”. Hierapolis antik kentindeki nekropolü dolaşırken gözümün önüne şehrimiz geldi. Nekropolde dört bir yanımı saran lâhitler ve taş mezarlar zihnimde, kendi şehrimize yaklaşırken gördüğüm şehir siluetiyle aynı çağrışımlara sebep oldu. Aslında modern zaman şehirlerinin tamamı için bu genellemeyi yapabiliriz.
Modern zamanlarda, bunalan insanın iç huzursuzluğunun mekânlara dökülmüş hali olan kaotik şehirlerin çürüyen, çözülen, can çekişen hali; acının verdiği şuursuzlukla intihara ve bir an önce nekropole dönüşmenin telâşını yansıtıyor gibidir. Gezdiğim nekropol adeta “şehirlerinizin benden ne farkı kaldı?” der gibiydi. Doğrusu, metropollerin nekropollerden pek de farkı kalmadı! Birisinde ölüler depolanmışken, diğerinde canlılar depolanıyor. Şehir yöneticileri de depoculukla meşgul, yâni nekropoldeki ölüleri sayıyor. Nekropoller daha estetik, coğrafyasına ihanet etmemiş ve zamana karşı dayanma savaşı veren halleriyle metropollerimizle alay eden bir ihtişamla bakıyor; sessiz ve huzurlu. Metropollerimiz ise gürültülü ve huzursuz.
Bu gidişle metropol insanı kendisini çığlıklar içerisinde nekropole atacak gibi! Büyükşehirle/metropolle beraber gelecek büyük yıkımlardan kaçışın tek adresi artık nekropol! Varoluş nedenini kaybetmiş insan ve varoluş nedeni kaybettirilmiş şehir! Senin için en güvenli, sığınılacak tek bir yer kaldı: Nekropol! Korkarız ki metropol insanına nekropole sığınma hakkı da vermeyecekler! Sevinmeyelim, hep birlikte ağlayalım şehrimizin metropol olmasına! Ah Trabzon! Yaşayacağın travmaları daha da dehşetli hale getirmek ve daha ‘büyük’lerini eklemek için kent seçkinleri, kent konsülü, kent soyluları, kent müteahhitleri, iş makinaları, AVM’ler, Residance’lar iştahla bekliyor! Kral Kraus kitabın ortasından söylenecek olanı söylemiş: “Söyleyecek sözü olan, ayağa kalkıp sussun!”
Gelecek on yılların mottosu: “Ne Mutlu Köylüyüm Diyene”
Metin Acıpayam: “Köylülük” ve “Şehirlilik” bir mekân aidiyeti mi ifade eder? Yoksa bir davranış refleksi midir? Veya köylülük bir zihin ve düşünüş biçimi midir?
Yahya Düzenli: Kasta göre değişen “köylülük” ve “şehirlilik” kavramları, ülkemizde argoya düşmüş bir şekilde bir tarafı aşağılamak, bir tarafı da itibarlı kılmak için kullanılıyor. “Köylülük” ilkellik, kabalık, görgüsüzlük, gerilik, gelenek, tarım, fakirlik, ufuksuzluk; şehirlilik ise ilerilik, incelik, refah, nezaket, saygı, fabrika, modernlik, anlamına geliyor. “Köylülük” mefhum-u muhalifinden yola çıkılarak tanımlanan bir kavram. Yâni “şehirli olma”ya nisbet edilerek kullanılıyor. İnsanlık tarihi, “köylü”lerle “şehirli”lerin mücadelesi olarak izah eden tarihçilerden tutunuz da, ne pahasına olursa olsun ‘köylülükten kurtulma’ya hayatını adamış iktidar sahiplerine kadar köylülükle şehirlilik arasında şekillenip duruyor. Ülkemizde köylü”lerin şehirleri istilâsı önemli bir toplumsal olay. Hatta sosyologlara sorarsanız şehirlerimizdeki kaosun sebebi, “köylülerin şehirlere akını”. Bu akın cumhuriyet tarihi boyunca bir türlü durdurulamadı. Alınan tedbirler, zorlamalar, baskılar bir türlü köylülerin şehre akınlarını engelleyemedi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Başkent Ankara’ya girişi yasaklanan köylüler, 90 yıl sonra şehri bütünüyle istilâ etmiş durumda. Ama nihayet köylülükten kurtulamayan ve köylülerin istilasından kaçamayan şehirlerimiz için nihaî ve en etkili çözüm bulundu. Nasıl mı ? Yasayla, mevzuatla “köylülükten kurtuluyoruz” (!)
Şöyle: Yeni çıkan Büyükşehir Yasasıyla nüfusu 750 bini aşan 13 ilimize daha büyükşehir statüsü kazandırıldı. Bunlar: Aydın, Denizli, Muğla, Tekirdağ, Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Balıkesir, Van, Manisa, Hatay, Malatya, Mardin ve Trabzon. Bunlarla birlikte toplam 29 büyük şehrimiz oldu. İlginçtir ki, siyasî iktidar büyükşehir yapmaya karar verdiği iller için formül buluyor. Eğer iktidarın büyükşehir yapmaya “azm ü cezm ü kasd ettiği” ilin “şehirli” nüfusu 750 bine ulaşamıyor ise o ilin metropol sınırını diğer ilin sınırına dayayıp, tüm köylüleri “şehirli nasb ederek” çözüm buluyor. Yeni Büyükşehir Yasasıyla Türkiye büyük ölçüde “köylülük”ten kurtuluyor. Biraz daha gayret edip eğer tüm illerimizi “Büyükşehir” yapabilirsek, ülkemiz bütünüyle “köylülükten şehirliliğe” geçiş devrimini başarmış olacak. Tıpkı cumhuriyetin 10. Yıl Marşı’nda “On yılda on beş milyon genç yarattık” dedikleri gibi, mevcut iktidar da “On yılda ….. büyükşehir yarattık” marşını besteletmeye hak kazanmış olacak (!) Hatta uğruna bir de “Büyükşehir Bayramı” ve resmî tatil ilan ederiz olup biter. Sizin anlayacağınız “mevzuatla” köylülükten şehirliliğe geçiyoruz. En önemlisi de yeni “Büyükşehir Yasası”yla feodalite yıkıldı, yeni bir çağ açıldı (!) Kendi köyüm olan Çaykara’nın yüksek bir orman köyü de bu kanuna göre doğrudan büyük şehire dahil ediliyor. Sizin anlayacağınız benim köylülerim de yeni düzenlemeyle “otomatik şehirli” oldu (!) Bu yeni fiili durumda, köyler metropolitan alana alındığı için istatistikler de değişecek. Vay haline coğrafyamızın!.. İklim, topoğrafya, çevre dengesi, biyolojik yapı değişecek… Bu “şehirli” siyasiler eliyle gerçekleşen bir “köylü devrimi”.
İşin irosine biraz daha girelim: Yeni Yasaya göre; Artık büyükşehir sınırlarına alınmayan kişiler köylü olarak tanımlanacak. Nüfusa dayalı yeni bir coğrafi işaretleme sistemi inşa olunacak. Eski Ankara Valisi Nevzat Tandoğan gibi artık “Ulan köylü!” denilemeyecek! Eskiden Ankara Palas’ın önüne sokulmayan köylüler artık İstanbul Kanyon’da bile gezebilecek! “Köylüleri nasıl adam ederiz” diye düşünen iktidar sahipleri artık “şehirlileri nasıl adam ederiz” diye düşünecek! Anadolu’daki ziraat odalarının duvarlarındaki “Köylü milletin efendisidir” levhaları indirilip, yerine “Efendi artık şehirli oldu!” levhaları asılacak.
Şair İsmet Özel’den “Köylüleri niçin öldürmeliyiz” mısraını değiştirmesi veya bu konuda yeni bir şiir yazması istenecek!
Daha neler mi olacak? Evimiz değişecek, odalarımız, eşyalarımız değişecek. Kerpiç betona saygı duyacak! Tarlalar plazaların yollarını gözleyecek! Köylerimizde rezidanslar yükselecek. Çocuklarımıza ilkokulda öğretilen insanlık tarihindeki “yontma taş” ve “cilalı taş” dönemlerine “beton rezidans ve plaza” dönemleri eklenecek! Köylüler artık gökdelenlerin teraslarında yayla yapacak! Köy bakkalları kapanacak, köy AVM’leri açılacak. Köy ihtiyar heyeti artık kariyer peşinde koşacak! Köy odaları bile artık “turizm belgeli” olacak! Köy evlerinin ahırları otomobil garajına dönüştürülecek! Almanya’dan köyüne Mercedes arabasıyla dönen işçimizin arabasının önüne o güne kadar araba görmemiş köylülerimiz artık ot, saman değil, tablet bilgisayar, iphone koyacak. Herhalde inekler de artık süt yerine ‘enerji içeceği’ verecek ! 40 yıldır bedava içtiğimiz suyu artık köy AVM’sinden pet şişelerde satın alacağız! Herhalde bu yasadan sonra Türk köylüsünün en büyük hayallerinden birisi “köye metro” gelmesi olacak! Ayrıca köyümüze (yani eski köyümüze) “Havaalanı istiyoruz” talepleri yükselecek.
Türkiye bu Büyükşehir Yasası ile “binyılların devrimi”ne imza attı. Aslında insanlık tarihinin başaramadığı on bin yıllık “köylülüğün ortadan kaldırılması” sürecini bir yasa ile bitirmiş oldu. Tanzimat’tan bu yana bir türlü gerçekleştirilemeyen bir devrim yapıldı.
İşte kalemin ve parmağın gücü bu ! Ne mutlu bize ki, Tanzimat’tan bu yana kellelerin bile verildiği modernleşme macerasını bugünkü idarecilerimizin kalem oynatmaları ve meclisteki kalkan eller sayesinde emin bir limana ulaştırmış bulunuyoruz. Gerçek “Tanzimat” bu! Tanzimat yâni tanzim edilme, istif edilme, yeni bir düzene sokulma… Yaşasın, feodalite yıkıldı!
Artık yeni Marks’lar, yeni Lenin’ler, yeni Mao’lar çıkıp köylülere nutuk irad edemeyecek ve demokratik devrim için köylüleri harekete geçiremeyecek (!) Yani bir tarihsel ideolojinin tarihsel tabanı ve son artıkları da çöpe atılıyor. İktidarımız ve meclisimiz sayesinde tarihsel tezleri böylece bir kez daha çökmüş oldu. Artık hepimiz şehirliyiz (!) Bundan sonra her an karşınıza çıkacak Çaykara’nın Visir köyü yokuşundan aşağı elinde tabletle inen, bu arada Instagram’dan fotoğraf yükleyip Facebook’ta paylaşan 80 yaşında modern köylüler pardon. yeni şehirliler görebilirsiniz… Biz kaosa dönmüş modern zaman şehirleri nasıl ıslah edilebilir ve nasıl yeniden ihya edilebilir diye düşünürken bir de baktık ki durum tersine döndü. Bu kez “şehirli”ler köyü istila etmeye başladı. Köyümüzü kaybetmek istemiyoruz!
Genleri bozulan köyümüze yeni bir ‘genetiği değiştirilmiş şehirli’ statüsü verilmesine isyan ediyoruz (!) Köyümüzü geri istiyoruz ! Artık bulabilirseniz… Gelecek on yılların mottosu ile bitirelim: “Ne mutlu köylüyüm diyene” (!)
Metin Acıpayam: Teşekkür ederim.