Kaç saattir imleç yanıp sönüyor bilmiyorum. Daha ilk cümleyi değil, ilk kelimeyi değil, ilk harfi henüz yazmıştım ki, elimi klavyeden çekmek zorunda kaldım. Söz konusu yarına kaç kaldığını soran bir yazıysa yüreğim yetmiyor, elim gitmiyor, tuşlar benle bir türlü yoldaş olmuyor.
Halen imleç yanıp sönüyor, benim tuşlara dokunmamı bekliyordu.
Klavyenin tuşları da bir merak içindeydi; ha dokundu ha dokunacak. Her dokunulan harf önce heceye sonra kelimeye sonra da cümleye dönüşecekti. Aklımdan süzülenler buluşacaktı bir ekranda, sonra bir sütunda ve belki birkaç sütunda. Sonra gazete kağıdına basılacaktı, okumak isteyenlere…
Dünden mi bahsedecektim, bugünü mü anlatacaktım, yarınların umut dolu olmasını mı dileyecektim, kaybetmişlere yeni umutlar mı serpiştirecektim bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki, imleç yanıp sönüyor ve benim ilk harften sonra hangi harfi oraya layık gördüğümü merak ediyordu.
Dünyanın üç günlük olduğunu söyleyenler var; dün, bugün ve yarın. Hemen ardından da dünün geçtiğini, yarının gelip gelemeyeceğinin henüz belli olmadığını, elimizde olanın da sadece bugün olduğunu söyleyerek, kıymet bilmemizi isterler.
Mevlana ise “Dün, dün ile geçti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek, yarına asla dokunmadan, bugünün önemine işaret eder.
Dünü bugün geçe, yarına kaç kaldı diye hesap etmektense, her anın son an gibi değerlendirmek mi lazım, bilemiyorum.
Her son, aynı zamanda yeni bir başlangıca kapı aralamak olsa da, son hüzünlüdür.
Bir şeye son kez bakmakla ilk kez bakmak arasında büyük bir fark var.
İlk kez bakmak merak ve şaşkınlık, son kez bakmak hüzün ve ukde doludur. Düğüm düğümdür son bakmak. Boğazın tıkanması, göksün daralması, kalbin sıkışması gibidir.
İnsanlar sevdiğini kaybettiğinde bunu yaşar.
Son bir bakış atılır gidenin ardından; yürekleri yakan bir bakış. Bir daha göz göze gelinemeyeceğini bilen bir bakış.
Bir daha dokunamayacağını, bir daha sarılamayacağını, bir daha oturup iki kelam edemeyeceğini bilen bir bakış.
Henüz giderken özlem dolan bir bakış, yakan bir bakış, yıkan bir bakış, her bir yanını acı kaplayan bir bakış…
Veda etmeyi bu nedenle sevmem.
Gidenin gözlerindeki hüzünle, gönderenin gözündeki hüzün aynıdır.
Ama giden, gözünü son kez kapatansa, sadece gönderenin gözündeki hüzün kalır orta yerde. Sadece gönderenin yürek yanığı kalır, boğazı yakan kokusu sarar her bir yanı. Giden, gittiğinin farkında bile değildir. Gittiğini de bilmez, yandığını da bilmez, geride kalanların yangından da bihaberdir.
İmamlar Cuma Namazına başlamadan hemen önce “Veda edenlerin namazı gibi” kılınmasını dilerler.
Sürekli bir sonun beklenmesi gibi…
Tren kalkacak, birazdan buradan çekip gideceğiz.
Belki vapura bineceğiz, belki otobüsle gideceğiz, belki uçakla uçacağız ama gideceğiz, illa gideceğiz, yerimizi yurdumuzu terk edeceğiz.
Belki de asıl yerimize doğru yol alacağız, güzergahımızı belirleyen yaratıcı, bizi hangi araçla aldıracaksa o araca bineceğiz, belki de tabana kuvvet adımlayacağız hem de kendi isteğimizle, kendi irademizle…
Bu kadar hüzünlü yaşamak gerekli mi bilmiyorum.
Yarına kaç kaldı bilmiyorum; dünü bugün mü geçiyor, bugünü geçen dün müydü onu da bilmiyorum.
Bilinmezlerin içinde yaşamanın heyecanıyla dopdoluyum ve aslında insanları ‘geçici’ olan yaşama tutunduran, belki de çok sevdiren, vazgeçilmez kılan da bu heyecan mı doğrusu onu da bilmiyorum.
Kimin bu hayata nasıl sarıldığını, kimin ölmeyecekmiş gibi yaşadığını, kimin sadece kendisi için bütün dünyayı yok saydığını da bilmiyorum.
Belki de sırf bu nedenle yarına kaç kala yapılan zulümleri anlamlandırmakta zorlanıyorum.
Üç kuruşluk menfaat için bugünü heba edenlerin yarınını da heba etmeyeceklerinin hesabını yapmakta zorlanıyorum.
Koltuk hırsını, makam sevdasını, para aşkını, mal-mülk biriktirme merakını da anlamlandırmakta zorlanıyorum. Sonunda bırakıp gideceği her şey için hiçbir şey olmayı göze alanları anlamlandırmakta zorlanıyorum.
Bana göre değil bu hırs, bu savaş, bu kargaşa, bu istek, bu arzu, bu sonu gelmez açlık hissi.
Ben yarına kaç kaldığını hesaplayan birisiyim.
Ne dün umurumda ne bugünün geçmemesini dileyenlerdenim.
Yarın elbet gelecek; ya göreceğiz ya görmeyeceğiz ama yarın olacak, mutlaka olacak, mutlak gelecek.
Yarınlar hep olacak.
Bazı yarınlarda biz olmayacağız, bazı yarınlarda sevdiklerimiz olmayacak.
Bizim olan yarınlarla bizim olmayan yarınların arasında bir tercih şansımız da bulunmayacak.
Ve yarınımıza sahip olamadığımız bir dünyada, milyonlarca insanın yarınlarının yükünü omuzlayanları hep göreceğiz.
O gözler hiç doymaz, iyi bilirim ama onların da yarınına ne kaldı ki?