Bir yarışa giriyorsanız, o yarışın sonucunda kazanan siz olacağınız gibi, kaybedenin de siz olabileceğinizi bilmeniz gerekiyor. Bir başka deyişle, bir yarışa giriyorsanız, o yarışın sonunda kazanmak da var, kaybetmek de, diye inanmanız gerekiyor.
Her iki sonucu da kabullenmek bir erdemdir.
Kazanmanın erdemi de, kaybetmenin erdemi de bir duruşun ortaya koyulmasını gerektir ki, o duruş, sizin var olma sebebinizdir.
Kazanmak gibi kaybetmenin de doğal olduğu bilinmesine rağmen her yarış sonrası kazanan kendisinde “olağanüstü” bir güç olduğuna inanır.
Kaybeden türlü türlü vehme kapılır.
Kazanan, kendi kazandı sanır.
Kaybeden, başkaları kendisine kaybettirdi diye düşünür.
Kazanan kibirlenir, kaybeden yelkenleri suya indirir; hayata küser, karanlığa küfreder.
Kazanan dağıtır, kaybeden toparlayamaz.
Eğer dünyada erdem denen bir şey varsa, kazananda da olmalı kaybedende de…
Kazanmadaki erdemi çoğumuz biliriz, pek azımız yaparız.
Kibirlenmemek mesela…
Kazandıkça, büyüdükçe, yükseldikçe daha alçakgönüllü olmak.
Edepli olmak, daha ahlaklı davranmak.
Daha hoşgörülü olmak, daha yumuşak, daha sevgi dolu yaklaşmak.
Daha kucaklayıcı olmak.
Hataları daha az görmek.
Daha merhametli olmak.
Daha çok el uzatmak.
Fakir fukarayı daha çok gözetmek, geri çevirmemek, elinden gelen bir şey varsa yapmak. Bunun için zaman, mesai ve emek harcamayı zül görmemek, erinmemek, yüksünmemek, küçümsememek, aşağılamamak, horlamamak ve belki de en önemlisi azarlamamak.
Bir gün kendisinin ve sevdiklerinin benzer duruma düşeceğine/düşebileceğine yürekten inanmak, ona göre davranmak.
Verdiği sözleri hatırlamak ve yerine getirmek.
Kin gütmemek.
Zamanında ve doğru adımları atarak, size olan güveni zedelememek.
Yukarı çıktıkça aşağıdakileri küçük görmemek.
Yukarı çıkarken “yakınlarını” da yukarıya çıkarmamak.
Emaneti ehline vermek.
Sizden olmazsa dahi işini en iyi yapanı göreve getirmek.
Adil olmak; sana zararı dokunsa dahi adaleti elden bırakmamak.
Öç alma düşüncesinden uzaklaşmak.
Öç almaya çalışana yaklaşarak, “hatasını” anlamasını sağlamak.
“Beni öldürmeye gelen, bende dirilmeli” anlayışına sahip olmak.
Dostlarını unutmamak.
Düşmanlarını iyi tanımak.
Yolda bulduklarını, yola çıktıklarına değişmemek.
Küçük dağları ben yarattım havasına bürünmemek.
Ölümü çok hatırlamak, dünya malına daha az ilgi göstermek.
Her yukarı çıkışın bir inişi olduğuna inanmak; çıkarken karşılaştığın kişilere, inerken de tesadüf edeceğini bilmek.
Sana laf getirenin, senden de laf götüreceğini bilerek, laf getiren gammazlara itibar etmemek, onların şerriyle başkalarının hayatını karartmamak.
Seni sevenlerle, sana yalakalık edenleri ayıracak ferasete sahip olmak.
Hesap vermekten kaçmamak, olabildiğince şeffaf olmak, denetime açık olmak.
Bir şey olmak için her şey olmaktansa, her şey olmak için hiçbir şey olmamayı göze almak…
***
Bütün bunlar ve bütün bunlara ek olanlar, tarih boyunca büyüklerimizin bizlere öğüdü olarak dilden dile dolaşmış, kulaktan kulağa yayılmış, bazılarının yüreğine de nüfus etmiş, bazısının bir kulağından girmiş, öteki kulağına bir türlü ulaşmamış.
Kazanana kadar öpülmedik el-etek bırakmayanlar, kazandığı an kendisini gökten zembille inmiş, eşsiz, müstesna, kutsal bir varlık sanabilir.
Bütün dünyanın kendisine hayran olduğuna inanır.
Bütün dünyanın kendisini kıskandığını, hatta hasedinden çatır çatır çatladığından da emindir.
“Seçildiği” andan itibaren beliren kibir, gurur, afra, tafra, caka.. gibi “kendini beğenmişlik” veya daha açık ifadeyle “ukalalık”, aynı zamanda kendi sonunu hazırlayan bir ur gibi vücuduna yapışır.
Erdem sahipleri o ‘ur’u çıktığı yere geri sokar. Erdem sahibi olmayanlar da o ‘ur’un bütün vücudunu ele geçirmesine izin verir.
Ne yazık ki çoğunlukla ikincisi geçerlidir.
Kazandığı bir dernek başkanlığı da olsa, kıytırık bir görev de olsa, çok önemli bir makam da olsa bu değişmez.
Kazanmak, sarhoşluğu da beraberinde getirir.
Yarına…