Metin Acıpayam
Ruhun Romanı Olay Olmadan Pekâlâ Yazılabilir
ANKARA TALİM TERBİYE KURULU KİTAP BANDROL DAİRE BAŞKANI MEHMET KURTOĞLU İLE MÜLAKAT
–Necip Fazıl diyor ki: Vâkıa sebep olmadan netice doğmaz; fakat neticeyi teşhis ettirici yolların da sebep kutbuna bağlı düğümleri vardır. Öyle ki, sebep, bütün kendi eseri olan netice yollarından da aranabilir. Buradan hareketle ruhun romanı yazılabilir mi?
-Her olay bir sebebe bağlıdır. Sebep bilinmeden teşhis ve tanımlama yapılamaz. Bundan dolayı sebep-sonuç ilişkisi üzerinden ancak neticeye varılabilir. Necip Fazıl’ın “sebebin düğümlerini sonuçtan çıkarma” yolunu işaret etmesi ruhun romanının nasıl yazılacağının bir kanıtıdır. Ruhun romanı olay olmadan pekâlâ yazılabilir zira insanın ruh dünyasını anlatıldığı yüzlerce roman vardır. Bilindiği üzere sebepten sonuca, sonuçtan sebebe giden araştırma biçimleri vardır. Ruhun romanı sebepten değil de sonuç üzerinden giderek ancak yazılabilir. Bu da yaşanmış bir olayın birey üzerindeki tesirini irdelemek, onun ruh dünyasının derinliklerine inmek ve yaşamış olduğu travmaları anlatmaktan geçer. Psikolojik romanların büyük çoğunluğu aslında ruhun romanı değil de nedir? Peyami Safa’nın Şimşek adlı bir romanı vardır. Roman kahramanı Pervin, her gök gürleyip şimşek çaktığında kendinden geçer çığlıklar atar. Fakat gözetim altında tutulduğu hastanedeki doktorlar onun şimşek çakmasıyla çığlık atması/çıldırması arasındaki ilişkiyi çözemezler. Peyami Safa romanda bir anlatıcı olarak okuyucuya, Pervin’in neden çıldırdığını açıklar. Marazi bir hastalığa duçar son demlerini yaşayan Pervin’in kocası Müfit, ve Müfit’in dayısı Sacit babadan kalma aynı köşkte yaşamaktadırlar. Sacit ile Pervin arasında gönül ilişkisi vardır ve Pervin kocasını Sacit ile aldatır. Müfit, eşinden şüphelense de pek inanmak istemez. Son demlerini yaşadığı yağmurlu bir gecede şimşeğin çakmasıyla birlikte eşiyle Sacit’i kucak kucağa yakalar. O öfke ile Sacit’i öldürür ve kendisi de beraber ölür. Bu olayların tanığı olan Pervin ise çıldırır. Şimşek romanın olaylar üzerinden sonuca giderek kahramanın ruh dünyasına yer vermişse de gerçekte ruhsal bir romandır. Yine Necip Fazıl’ın hikâyelerine ilk olarak “Ruh Burkuntularından Hikâyeler” adını vermesi bence oldukça anlamlıdır.
Romanın birçok çeşidi vardır ve ruhun romanı pekâlâ yazılabilir? Bir defa ruhtan neyi kastettiğinizi bilmeniz gerekir. Ruhun anlatıldığı roman psikolojik romandır, bunun dünya ve Türk edebiyatında birçok örneği mevcuttur. Eylem ve olay olmadan roman yazmak mümkün müdür? Bana göre elbette mümkündür. Bildiğiniz gibi “Yeni Roman” denilen bir tarz vardır ve bu “Yeni Roman” da olay değil de durum anlatılır. Bu 1950’lerde Fransa’da oluşan bir roman akımıdır. Geleneksel anlamda konu, figür ve tutarlılığa önem vermeyen, henüz psikanaliz ve sosyolojinin egemenliğine girmemiş bir gerçeklik alanını sezgiler yoluyla fethetme eğilimi üzerine kurludur. Örneğin bir cinayetin işlenişini olaylarla değil, durum tasviriyle anlatır. Kırılmış veya açık bir kapı, dağınık bir oda, yerde kanlı bir bıçak, ayak izleri vs. Okuyucu bun tasvirden bu odada bir cinayet işlendiğini sonucuna varır. Şimdi böylesine bir roman türü oluyorsa, sırf kahramanın ruh dünyasını anlattığı bir roman neden olmasın. Biliyorsunuz İslam âlimlerinden bazıları aklın ve ruhun kalpte olduğunu söyler. Yazma eylemi de akıl, kalp ve ruh işidir. Dolayısıyla vakıa olmadan da ruhun romanı yazılabilir…
– İdeal bir öyküde vakıânın kaynağı manalardır diyebilir miyiz?
Bana göre ister, şiir, ister roman, ister öykü, isterse tiyatro olsun önemli olan vakıa değil, orada ifade edilen, ruha dokunan şeylerdir. Bir şiiri binlerce yıl canlı kılan şey, insanın ruhuna yüreğine, vicdanına dokunuyor olmasıdır. Vakıanın bir mesaja sahip olmasıdır onu önemli kılan. Yoksa her insan binlerce vakıa yaşıyor. Dünya binlerce yıldır olaylarla çalkalanıyor. Ama bu olaylardan geriye kalanları yalnızca bir anlam, bir mana içerinlerdir. Bizim geleneğimizde “Kıssadan Hisse” denilen küçük hikâyeler vardır. Bu hikâyelerde vakıalar anlamla bütünleşmişlerdir. Her kıssadan büyük bir hisse çıkarır okuyucu. Anlam yukarıda bahsettiğimiz gibi ruha dokunmalıdır. Örneğin bir Shakespeare’i, Shakespeare yapan şey onun oyunlarındaki kurgu veya olay değil, vermiş olduğu mesajdır. Bugün onun eserlerinden yüzlerce veciz söz geriye kalmıştır. Onu büyük yapan sözcüklere yüklediği manadır. Yoksa Romeo ve Juilette gibi binlerce hikâye, binlerce roman yazılmıştır. Mesela Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’u gerçekte sıradan bir aşk hikâyesidir. Herkesin başından bir aşk olayı geçmiştir, ama bunu hastalık derecesinde yaşayan âşıklar ise ancak mecnun olmuştur. Leyla ile Mecnun’u bunlardan farklı olarak önemli, özel ve kalıcı kılan Fuzuli’nin sözcüklere yüklediği muhteşem anlamdır. Bakınız üstat nasıl anlatmış aşkı:
Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan etme cüdâ beni
Az eyleme inayetini ehl-i dertten
Yani ki çoh belâlara kıl müptelâ beni
Oldukça ben götürme belâdan iradetim
Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigârımın
Geldikçe derdine beter et müptelâ beni
Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni
Nahvet kılıp nasîb Fuzuli gibi bana
Yâ Rab mukayyed eyleme mutlak bana beni
Fûzuli’nin bu gazelinde –aslında bu hikâyesi de diyebiliriz- vakıa değil mana konuşur, ruh konuşur. Burada önemli olan vakıa değil, vakaya yüklediğin anlam ve onu ifade ediş biçimindir…
-Fransızların Anahtar Roman dedikleri tür hakkında ne düşünürsünüz? Türk Romancılığında böyle çalışmalar mevcut mudur?
–Şahsen daha çok klasik romanlarla ilgilendiğimden söz konusu “Anahtar Roman” hakkında bir bilgim yoktur. Kastettiğiniz şey gerçek kişilerin adlarını ve kimliklerini değiştirerek anlatılan roman ise, bana göre bu romandan daha çok biyografik romandır. Adının anahtar roman veya başka bir şey olarak tanımlanması bir şey ifade etmez. Son yıllarda bu tür romanlar yazılmaktadır. Özellikle Ayşe Kulin’in romanları tamamen biyografik romandır. Ayşe Kulin romanlarında gerçek isimleri değiştirme gereği dahi hissetmez. Buna biyografik roman demek daha doğru olur. Anahtar romandan neyi kastediyorlar bilemiyorum. Soruyu biraz açarsanız belki bir şeyler söyleyebilirim. Batı’da bu tür çok yaygındır. Batı bunun sinemasını (biyografik filmler) dahi yapmıştır. Bizde ise biyografik roman henüz istenilen aşamaya gelmemiştir.
-Büyük bir fikir adamımıza göre roman, ‘yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve sevvaliyeti içinde en ulvî ve münezzeh mânaya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mânanın yerde bırakılması şartiyle mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin (Ekritür- Destine), Müslümanların da (Alın yazısı- Kader) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süflî mânasiyle roman değil, ulvî keyfiyetiyle ilâhî sanat çıkar ve roman dize gelir.’ Kıymetli Hocam bu sözleri nasıl değerlendirirsiniz?
-Bu büyük fikir adamımız -Necip Fazıl olmasın- roman hakkında bunları söylerken, dünyada roman revaçta idi. Oysa şimdi 21. Yüzyılın başında negatifi olmayan sanal bir dünyada yaşıyoruz. Yüz yıl önce bin bin beş yüz sahifelik üç dört ciltlik romanlar elde n ele dolaşırken şimdi iki yüz sahifelik romanlar zor okunuyor. Şiir çağı, roman çağı, tiyatro çağı geçmiştir artık. Dünya sinema ile görsel dünyaya adım attı ve görsel dünya yazılı bütün sanatları geri planda bıraktı. Artık modern/dijital bir dünyada, insanlar hızlı yaşamaktan, hızlı okumaya, hızlı düşünmeye doğru gidiyor. Kimsenin artık bin beş yüz sahifelik Savaş ve Barış’ı, bin sahifelik Karamazov Kardeşler’i, Sefiller’i baştan sona okuyacak vakti yok. Artık aforizmal sözcükler, veciz sözler ve kısa cümlelerle konuşup düşünüyorlar. Tabi bizim gibi modernizm bağlamında geç kalmış toplumlar yukarıda bahsettiğim şiir hariç, roman, tiyatro çağını tam anlamıyla yaşayamadılar. Baş döndüren hızlı değişim karşısında henüz tiyatro ile tanışmışken sinema, sinema ile tanışmışken bilgisayar internet karşılarına çıktı. Bu yüzde kültürel değişimleri tam anlamıyla yaşayamadan birinden ötekine atlayıp durduk. Bu yüzden ne batıda olduğu gibi kitap okuma alışkanlığımız ne de bilgisayarı bilgi amaçlı kullanma istidadımız gelişti. Fikir adamımızın dediği gibi bizde roman “süflî mânasiyle değil, ulvî keyfiyetiyle ilâhî sanat” a evrilemez. Çünkü romanın çıkış noktası İncil’in “itiraf et Kurtul” ve “şeytan ayrıntıda gizlidir” babına dayanır. Biz de ise “günahlarını ört, gece gibi ol” denilir. Roman batının günahını itirafıdır. Batılı roman yazarak günahlarından arındığını düşünür. Biz ise halen “yatak odasını yazabilir miyiz, yazamaz mıyız?” noktasındayız. Örneğin bir Müslümanın yazacağı romanda yatak odasını yazması nasıl karşılanır? Yazarsa günah işlemiş olur, yazmazsa sanata ihanet etmiş olur. Bunun başka bir yolu yok. Bundan dolayı bizden ulvi bir roman çıkacağını zannetmiyorum. Batı romancıyı yarattığı kahramanları dolayısıyla tanrı olarak görür. Bu yüzden bizde bizim için sıkıntılı bir alandır…
-Her öyküyü romanın bidayeti kabul edebilir miyiz?
-Öykü romanın başlangıcı değildir. Roman ayrı öykü ayrı bir sanat dalıdır. Öykü anlık duygulara, insan hayatından küçük kesitlere yer verir. Roman ise insan ömrünün bir kısmına veya tamamına hükmeder. Bir öykücüden iyi romancı doğar ama her romancıdan iyi öykücü çıkmayabilir. Çünkü öykü kuyumcu titizliği gibidir, her sözcük her cümle en ince ayrıntısına kadar düşünülüp yazılır. Şiir gibi fazla sözcük kabul etmez. Kusurları hemen göze çarpar. Roman öyle değildir. Roman öyküye göre daha kabadır, kusurları fazla fark edilmez. Örneğin Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanındaki “Büyük Engizisyoncu” bölümünü romandan çıkarıp atsanız herhangi bir eksiklik hissedilmez. Ama öyküde bir cümleyi çıktığınızda hemen fark edilir. Her sanat dalının kendine mahsus kuralları vardır. Müstakildir. Biri diğerinin başlangıcı olarak ele alınmamalıdır. Burada şunu unutmamalıyız bir sanatçı öyküden romana, romandan tiyatroya sıçrayabilir. Neticede iyi yazan ve iyi gözlemleyen her yazar bu tür sanat dallarında başarılı eserler verir. Necip Fazıl’ın hikâyeleri de güçlüdür, şiirleri de. Tiyatro iyidir, senaryoda da…
Öyküye parça, romana bütün fikir diyebilir miyiz?
-Bana göre öyküde, romanda bütün bir fikirdir. Çünkü her birinin bir ana fikri vardır ve o ana fikir üzerine inşa edilir. Öyküde bir anlık durum üzerinden bir fikir beyan edilirken, romanda bir hayat veya bir karakter üzerinden beyan edilir. Rasim Özdenören’in “Gül Yetiştiren Adam” romanı eve kapanan yaşlı bir adam üzerinden bir devri yargılarken, Sezai Karakoç’un “Kent” adlı hikâyesinde bir adamın, bir tarihi binanın yıkılmaması için verdiği mücadele üzerinden bir devri anlatır. “Gül Yetiştiren Adam” mağlup olmuştur ve o mağlubiyet üzerinden Müslümanların içinde bulunduğu duruma parmak basar. Kent adlı hikâyede de adamın bütün mücadelesine rağmen tarihi yapı yıkılmıştır, adam mücadelesini kaybetmiştir. (Burada bir parantez açmak istiyorum. Sezai Karakoç’un “Diriliş” fikri çerçevesinde bu hikâyeyi değerlendiren Rasim Özdenören, burada bir kaybediş yoktur, bilakis bir diriliş söz konusudur. Nasıl ki ölümden sonra dirilişin gerçekleşecekse, bu tarihi yapının yıkılmasından sonra yerine yenisinin inşa edilmesi gerçekleşecektir, der.) Biri roman diğeri hikâye bu iki örnekte görüleceği gibi, her biri kendi içinde bir bütünlüğü olan eserlerdir. Her ikisi de ayrı birer bütündür. Burada maharet romancı veya hikayeciye kalmıştır…
Editör: Emine Tekçe
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.