Ahmet Doğan İLBEY
Âmâ üstad Cemil Meriç: “İnsanlar kıyıcıydılar kitaplara kaçtım”
Bütün gücünü kitaplara hasreden, yarın ölecekmiş gibi vaktinin her ânını kitaplarla yaşayarak geçiren, kitapları nikâhlı eşi gibi yanında hiç ayırmayan, kitaplara su, hava ve ekmekten daha fazla ihtiyaç duyan, bu uğurda otuz sekiz yaşında gözlerini tamamen kaybeden âmâ üstadım Cemil Meriç’in tefekkür mücadelesini bilir mi, zihinleri çürümüş şimdiki zaman aydınları?
On bir yaşında başlayıp ömür boyu devam eden kitapla meczolmuş hayâtını kaç kişi biliyor? Gözleri görmez olunca her gün başkasına okuttuğu kitapları, gören gözlerle okuyan birinden daha kavî bir aşkla dinlemiş ve yazdırdığı notlarını kitaplaştırmış bir kahramandı.
Her insan dünyaya, nasibine düşen bir vazifeyi icra için gelirdi. Kitap, ömür defterine yazılmıştı. Amel defteri kitapla açılmıştı. Her kitabın derûnuna inmek onun amel hânesine kaydedilen bir sevap gibiydi. Dünya hayâtında ona verilmiş bir vazifeydi kitapların “yüzünü açmak.”
Şeyhülkitap âmâ üstadım daha çocukken nikâh kıymıştı kitaplarla. “Ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni” diyerek bir mâbede girer gibi girerdi kütüphânesine.
Hayâtında hiçbir ideolojik anlayışla aynîleşmedi, “izm”lere bağlanmadı. “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle mûnisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” diyerek, idraklere zulmeden kıyıcılardan uzak durdu.
“Hünerinin yasasından”, yâni kitapları fetheden fütûhatından zerre taviz vermedi. Gözüpek bir savaşçı gibi mücadelesinden geri kalmadı. Görememekten dolayı inançlarını kaybetme noktasına gelmişti. Okuyamamanın, kitaplara sarılamamanın isyanı idi bu. Buna rağmen kitaplarla ünsiyetini, kitapların derûnuna inmekteki marifet mertebesini aşkla korumuş ve kitaplar ikliminde ömrünü tamamlamayı azimle sürdürmüştü.
ÂMÂ ÜSTADIM İÇİN “KİTAP BİR LİMANDI”
Kitapların Mevlânâ’sıydı. Bütün kitaplara “Düşüncelerime, vicdanıma, inançlarıma ışık olabilecek bilgilerini ver” diyordu. Kitaplar bütün “yalanların peçesini sıyırmak” için güçlü bir el ve düşüncelerin kapısını açan birer anahtardı. “Harâmî mağaralarının değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan” anahtar...
Âhirete göçmeden önce kitapsever câmiasına söyledikleri ne kadar hüzünlüydü: “Bu kitapları bütün dünya nimetlerinden feragat ederek bir araya getirdim. Size dost bir dünya hazırladım. Fırtınaya tutuldukça sığınacağınız tek liman bu. Bu kitaplar benim sevgililerim.”
Kılavuzu ve dert ortağıydı kitaplar. “Kaderini kitapların tâyin ettiğini” söylüyordu. “Kitap bir limandı benim için. Kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı” diyordu.
“HER KİTAP TILSIMLI BİR SARAYDIR”
“Her kitap tılsımlı bir saraydı.” Bu sarayda, yâni kitapların vaaz ettiği bir mâbedde yaşıyordu. Bu mâbed “fildişi kulesi”ydi, yâni kütüphânesi. Hiçbir zaman çıkmadı kütüphânesinden. “Kütüphâne bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleriyle dolu”ydu. “Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı: Liyakat”dı. “Mâbede bayağılar giremez”di. “Uluların hepsi fildişi kulede yaşadı. Fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemi”ydi.
“KİTAP, KÂİNATA AÇILAN BİR KAPI”
Kitap, kâinata açılan kapı ve bütün peygamberlerin mucizesiydi. Ehramlar ahmak taş yığınıydı, yalnız kitap konuşurdu. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran kitaptı. Soyumuzun hâfızası ve kaybolmayan mâzimizdi. Binlerce yılın ötesinden gelen binlerce yıl öteye taşan sesti. Hepimiz maddenin mağarasına zincirlenmiştik, kitap, mağaramıza akseden ışıktı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.