Mehmet GÜLER
DEĞİŞMEZ YAZGISIDIR DÜŞÜNÜRLERİN YALNIZLIK
En çok neyi arzuluyorum diye düşünüyorum gecenin bu sessizliğinde...
Düşündüğüm her şeyi yazmak/yazabilmek sanırım.
İktidara, muhalefete, topluma, aileye, kültüre, inançlara, örf adetlere, gelenek göreneklere, dostlara, düşmanlara rağmen yazmak.
Sınırsız, sansürsüz, hesapsız, en ufak bir tereddüt dahi etmeden yazmak.
Açlıkla, yalnızlıkla, ötekileştirilmekle sınanacağını bile bile yazmak.
Haksızlıkları, yalnızları, güçsüzleri yazmak.
Düşünmek, yazmak sadece.
Düşünmek, yazmak....
Sözlü anlatıdan ziyade yazarak kendini daha iyi ifade edebilenler kulvarında yürüyorum.
Yazma sürecinin “düşünce”yi sözlü anlatıya göre daha detaylı bir süzgeçten geçiriyor olması hasebiyle gerek.
Düşünce yazıyı, yazı düşünceyi tetikliyor.
Bu süreçte zihnimi meşgul eden en önemli sual ise “Şiar edindiğim her hakikati, vicdanıma/fikirlerime ihanet etmeden yazabilecek miyim”hususu.
Yakın zamanda kaybetttiğimiz bir yazarın yıllar öncesinde köşesinden seslendiği gibi:
“ Bir gün yazıya ihanet edecek miyim?”
Bu coğrafyada en tehlikeli suç; ne terör ne hırsızlık ne de cinayettir. Bu coğrafyanın en tehlikeli suçu düşünmektir.
Bu yüzdendir hep zihnini kullanmayan “koşulsuz kabulcüler”in el üstünde tutulması.
Düşünenlerin, bilhassa düşündüğünü dillendirenlerin cezalandırılması/
ötelenmesi bu topraklarda kadim bir hastalıktır.
İnsanların susması, aktarılanı kabul etmesi üzerine kurulu bir sistem var.
Düşünen, kritik eden, sorgulayan, sorguladığını dillendiren her zihinden ürken, biat kültürü üzerine temellendirilmiş, uzun yıllardan beri süre gelen, geleneksel, oportünist bir sistem...
Öyle ki bulunulan konumu kaybetmemek yahut bir üst konuma yükselebilmek için ya erkle paralel düşünmek ya da pragmatist bir sessizliğe bürünmek durumunda kalınan bir sistem...
Düşünürlüğe soyunmuş her birey; vücudun her bir hücresine sirayet etmiş ölümcül bir kanser gibi varlığını hüküm sürdüren bu sistemle yahut düşünceyi baskılayan her ne ise onunla mücadele etmek mecburiyetinde.
Toplumsal çalkantıların yoğun olduğu bir dönemde yaşamak ve böyle bir ortamda düşünür olmak, ağır sorumluluklarla yüzleşmeyi de beraberinde getirir.
Kuşkusuz bir bireyin çocukluğundan beri edindiği, benimsediği koca değerler sistemini yıkmaya ve toplumca benimsenebilecek yepyeni bir değerler ağı örmeye yeltenmesi kolay bir süreç olmasa gerek.
Bireylerin ve toplumların alışkanlıklarından ve geleneklerinden bir anda vazgeçmeleri pek mümkün olmadığından, mevcut değerler sistemine meydan okumak, o değerleri kendine çıkar aracı olarak kılmış kimselerce “bozgunluk” hatta “hainlik” olarak da yorumlanabilir.
Fakat yine de toplumu daha fazla yozlaşmadan ve nihayetinde yok olmaya sürüklenmekten başka çare bulunmuyorsa bu çareyi bulmak ve temellendirmek düşünürlerin sorumluluğundadır.
En nihayetinde “düşünür” olmak; genelin kabullerine, genele rağmen, genele karşı “bireysel” bir duruş sergileyebilme erdemine sahip olabilmektir.
Popüler söylemlerin destekleyicisi çok derinliği azdır. Hakikat; sloganların gürültüsünde değil, düşüncenin dehlizlerinde saklıdır.
Hakikati hep yalnızlığı göğüsleyebilenler sahiplendi. O yüzdendir hep kalabalıklardan uzak durmam...
Düşünmeye yalnızlık eşlik eder; yalnızlığa düşünmek.
Değişmez yazgısıdır, düşünürlerin yalnızlık...
İnsanın “düşünme”si için tasarlanmış kainat.
Her bir detay “düşünme”ye itmeli insanı.
“Düşünmek” Tanrı’nın insana en güzel lütfu...
Yazgısı yalnızlık olsa da düşünmek...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.