M.Fatih ERDOĞAN
Halepli Eyüp
Oturduğum evin balkonlarının derzi aşınmış. Az da olsa alta su sızdırabilir düşüncesiyle bu işleri yapan bir dostumdan eve bir elaman yollamasını rica ettim. Geçtiğimiz Cumartesi günü sabah saat 7.30 gibi kapının zili çaldı. Gelen 16, 17 yaşlarında bir gençti. Güzel bir Türkçe ile ‘beni Yusuf bey yolladı, bazı yerlere derz çekilecekmiş’ dedi. İçeriye buyur ettim. Terlik yerine yanında getirdiği tertemiz olan iş ayakkabısını ayağına giydi. Malzemelerini dökmeden, bir yeri kirletmeden, özenle balkona taşıdı ve çalışmaya başladı.
Hatırlarsınız; büyüklerimiz herhangi bir nedenle ilk defa karşılaştığı kişilerle ya ‘kimlerdensin ya da adın ne canım?’ diyerek diyalog kurmaya çalışırlardı. Büyük bir dikkat ve özenle balkona yerleşen delikanlıyı izlemeye başladım. Boş bir anını yakaladığımda ise ‘Adın ne delikanlı?’ diyerek diyalog kurmaya çalıştım. Adım ‘Eyüp’ amca dedi. Tanıştığımıza memnun oldum Eyüp kardeşim. Benim adım da Fatih bir ihtiyacın olduğunda çekinmeden iste dedim. Kahvaltı yapıp yapmadığını sordum, teşekkür ederek yaptığını söyledi. Varsa bir bardak çay alabilirim dedi.
Öğle vaktine kadar aralıksız çalışan Eyüp Öğle namazı için işe ara verdi. Namazımızı kıldık hazırlanan öğle yemeğini yemek için mutfağa geçtik. Mutfakta yalnız olmamıza rağmen Eyüp başını dahi kaldırmıyordu. Edepli, terbiyeli birisi olduğu her halinden belli oluyordu. Nerelisin, kimlerdensin Eyüp kardeş diye sorarak rahatlatmak istedim. Ben ‘Suriye’nin Halep şehrindenim. Türkiye ye geldiğimde 9, 10 yaşlarındaydım Fatih amca’ dedi. İsminin manasını bilip bilmediğini sorduğumda ise birden gözleri ışımaya başladı; ‘İsmimi sabrı ve şükrü temsil eden Eyüp Peygamberimizden almışım’ dedi ve Eyüp Peygamberimizi anlatmaya başladı:
“Geçmiş zamanların birinde bağlarıyla ünlü Suriye topraklarında Eyüp adında zengin ve iyi ahlâklı biri yaşardı. ‘malı gün geçtikçe daha çoğalıyor, o da gün geçtikçe daha çok hayırsever biri oluyordu. Malın, mülkün Allah vergisi olduğunu, onların bir gün hesabını vereceğini aklından çıkarmıyor, dilinden şükrünü, malından sadakasını eksik etmiyordu. Bu gün olduğu gibi o günde iyileri çekemeyenler, kıskananlar çoktu.
Oysa Allah, Eyüp’ün samimiyetini ve bağlılığını biliyordu. Bunu diğer insanlara da göstermek istedi. Hem böylece Eyüp gelmiş geçmiş herkese sabrın simgesi olacaktı. Hz. Eyüp’ün tıkır tıkır giden işleri yavaş yavaş bozulmaya başladı. Hayvanları peş peşe hastalanıp ölüyordu. Kısa süre içinde koca sürüden bir tek sıska inek, bir tek karakeçi kalmadı. Hepsi telef oldu.
İnsanlar Eyüp’ün bu duruma ne diyeceğini merak ediyor; ağzını yoklayarak: Nedir bu başına gelenler diyor ah vah ediyorlardı. Eyüp peygamber yüksek ahlâkından ödün vermeksizin: ‘Allah verdi, Allah aldı; her şey O’nun değil mi?’ diyordu. Belalar geldiğinde aile ve akrabalarıyla gelirmiş. Eyüp Peygamber bir gün dışarıda işleriyle meşgulken acı bir haber aldı. Ani bir sarsıntıyla evleri yıkılmış, tüm çocukları göçük altında kalmıştı. Yıkıntıdan sağ kurtulan yalnızca karısıydı. Hz. Eyüp’ün gözleri evlat acısından kanlı yaşlarla doldu ama O sabır dedi. Belalar henüz bitmemişti. Hz. Eyüp’ün vücudunda yaralar çıkmaya başladı. Küçük küçük çıbanlar, gün geçtikçe büyüdü; bütün vücuduna yayıldı. Eyüp Peygamber hekimlere gitti, ilaçlar kullandı ama nafile. Yaralar iyileşeceğine daha da azıyordu. Eyüp Peygamber’in hastalığı gittikçe artıyordu. Artık çalışamadığı için elde avuçta ne varsa hepsini tüketti. Ona Karısı bakıyor, evi geçindirmeye çalışıyordu.
Bir müddet sonra Eyüp Peygamber’in yaraları çok fenalaştı. Hastalığının bulaşıcı olması ihtimaline karşı kimse onun yanına yaklaşmak istemiyordu. Eyyüp Peygamber yapayalnız kalmıştı. Acı ve ıstırap içinde Allah’a dua etmeye ve O’ndan daha fazla sabır istemeye devam etti. Ama artık bırakın vücudunu hareket ettirmeyi, dudaklarını bile kıpırdatacak takati kalmamıştı. Bir insanın başına gelebilecek her türlü felaket ve musibet onun başına gelmişti ve O, tıpkı sağlıklı günlerinde olduğu gibi Allah’tan uzaklaşmamış O’na olan bağlılığını ve güvenini kaybetmemişti.
Hz. Eyüp imtihanını başarıyla tamamlamış ve insanlara örnek bir kul olmuştu. Hastalığının şiddetlendiği bir anda ellerini açtı: ‘Ey Rabbim!’ halim sana malumdur. Adını anamayacak kadar hastayım! Ey şifa veren, şifana muhtacım’ diye dua etti. Yüce Allah kulundan hoşnuttu. Eyüp Peygamber’in makamını daha da yüceltti. Ona: ‘Ayağını yere vur’ diye vahyetti. Eyüp Peygamber güçlükle ayağını kaldırıp indirdi. Ayağını indirdiği yerden berrak bir su kaynamaya başladı. Eyüp Peygamber o suyla yaralarını temizledi. Yaraları kısa sürede kuruyup kayboldu; sudan doyasıya içti, içindeki dertler şifa buldu. Allah’ın sınamasını başarıyla geçen Hz. Eyüp hem sağlığına hem de servetine yeniden kavuşmuştu.”
Gözlerinde oluşan hafif sulanmayı gizlemeye çalışarak; ‘bizler de bir gün Vatanımıza ve orda bıraktığımız zenginliklerimize tekrar kavuşmak için Allah’ın verdiklerine hem şükrediyor hem de sabrediyoruz. Bizleri bağrınıza basıp her şeyinizi paylaştığınız için Sizlere teşekkür ediyoruz. Allah Siz Türkleri korusun, kollasın. Sizleri bizim gibi imtihan etmesin. Çünkü İslam’ın son kalası bu topraklar Fatih amca’ diyerek sözlerini sonlandırdı. Allah’ım Halepli Eyüp’ün ve Suriyeli kardeşlerimizin sınamasını(imtihanını) tamamlasın. Onlara vatanlarını ve vatanlarındaki zenginliklerini geri versin inşallah. Unutmayalım ki her Suriyeli kötü değildir. İçlerindeki Eyüp’leri de görmeliyiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.