Ahmet Doğan İLBEY
Hicret’i Yaşamak
İslâm’ın başlangıç tarihi olarak, Mekke’nin fethi değil, Hicret’e çıkış tarihi esas alınmıştır. Hicret’in mâna ve ehemmiyetini bu şekilde idrak etmek gerek. Hicret, kalplerde ve toplumda zuhur eden fitne zamanında yapılan ibâdettir. Müslümanın, dinini korumak için kâfir memleketinden, yani fitne ve kötülük bulunan yerden Allah’ın buyruklarının yaşanacağı bir yere göç etmesidir. Bir beldede dine mugayir işler, bidatlar ve zulümler arttığında başka bir beldeye hicret etmek şart olur.
Hicret: Allah’ın himayesine sığınma hâdisesidir, zulümden ve kötülüklerden Allah yolunun uğradığı beldeye ilticadır. Tağutîliğin hükümferma olduğu düzeni terk etmektir. Müslümanların mü’min olma şuuruyla imanlarının gereğince yaşayabilmek için darülislâm olan bir mekâna yolculuğa çıkmasıdır.
Hicret, küfür düzeninden Hakk’ın yürürlükte olduğu düzene, ideolojilerden, izm’lerden, bütün beşerî fikirlerden İslâmî olana geçştir. Dünyevî bilgilerden Allah bilgisine, çağdaş-modern bilim cehaletinden İslâm ilmine geçiş bir hicrettir. İçimizde her an hicret olmalı.
Hicret’in mâna cephesi geniştir. Kalp ve gönül yoluyla da yapılır, bedenle de. Müslüman, kalbini ve dimağını yanlış fikir ve inançlardan hicret ettirdiği gibi, bedenini de bâtıldan, yani lâdinî olandan hicret ettirir. Dahası, kâfirlerle uyuşmayı ve her hallerine hoş görülü bakmayı terk etme hâlidir
Müslümanın her ibadeti Allah’a hicrettir İlahî olanla hesaba çekmesi, yani “din günü”ne hazırlanmasıdır. Müslüman, “dilim, kalbim, ellerim, ayaklarım, duygu ve fikirlerimle Medine’me ne zaman hicret edeceğim?” sualini her an kendine sormalıdır. Modernizmden, modern putlardan mânevî hicret gayretiyle kurtulabiliriz
RESULÛLLÂH’LA HİCRET EDENLER “MUHACİR” SIFATINI ALMIŞTIR
Âlimlerin görüşlerine göre, “Muhacir, derece bakımından mücahitten üstündür. Efendimiz âleyhisselatü vesselâm’ın kendisiyle birlikte hicret eden sahabelerine “Muhacir” sıfatı vermesindeki mâna, iman ettikten sonra hicret etmek o şartlarda Müslüman oluşun esaslarından olmasıdır. Kâfirin hâkim olduğu bir diyarda bütün nimetleri bırakıp, ihlas ve iman ateşiyle Resulûllâh’la beraber hicret edenler “Muhacir” sıfatını alarak kutlu sahabe olmuşlar ve dinini muhafaza için hicret ettiklerinden dolayı cennetle müjdelenmişlerdir. Nahl sûresi 41. âyeti “Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri, dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz” buyuruyor.
Âyetin emrine rağmen muhacir olmayanlar, canlarını ve mallarını korumak için teslim olup, Efendimiz (s.a.v) ile hicret etmeyenler iman ve hürriyetlerini satanlardır.
Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm, Al-i İmran sûresi, 195. âyetinin “İşte hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların, yolunda eziyet çekenlerin, çarpışıp öldürülenlerin mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım (Bu) Allah katından bir sevaptır. Sevabın en güzeli katında olan Allah’tır” buyruğu üzerine İslâm’ı devlet yapmak ve ümmet dini hâline getirmek için müşriklerin hâkim olduğu Mekke’den hicret etmeye karar verir.
Bu âyetin emriyle İkinci Akabe Biatı’ndan sonra Müslümanların Medine’ye hicret etmelerini buyurur: “Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi...”
Peygamberliğinin onüçüncü yılının ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye Hicret eder. Dini için evini, malını, ailesini, akrabasını, bütün varlığını Mekke'de bırakan ilk Müslümanlar Hicret etmeye başlarlar. İmanın en yüksek derecesinde bir Hicret ki, Mekkeli kâfirler bile şaşırırlar. Hz. Ömer (r.a.) kılıcını kuşanır ve bütün müşriklere meydan okur. “İşte ben dinimi korumak için Allah yolunda Hicret ediyorum. Analarını ağlatmak, karılarını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler önüme çıksın…” diyerek Hicret edenlere şevk verir.
AH, O KUTLU ZAMANDA YAŞAMIŞ OLSAYDIK!
Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm’ın yola çıktığı Medine'de duyulur. Medineliler, karşılamak üzere her sabah şehir dışına çıkıp beklerler. Ümitlerini kesmek üzere iken bir Yahudi, beyazlar giyinmiş bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu görür ve “İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor” diye seslenir. Medineliler bayram sevinci içinde yollara dökülürler ve Kubâ köyünde karşılarlar. Resulûllâh’ı karşılayanların içinde olmak nasıl bir duygudur? Ah, o kutlu zamanda yaşamış olsaydık!
Resulûllah bir mescid yaptırır ve burada namaz kılar. Sonra Medine’yi teşrif eder ki, yer gök, çocuk, kadın, bütün Medine halkı “Allah’ın elçisi geldi" diye sevinç çığlıkları atarlar. Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm’ın nurundan kalpleri kamaşarak sevinç çığlıkları atanlardan biri olmak ve sonra cezbeye kapılıp bayılmak nasıl bir aşk hâlidir? Ah, o kutlu çocukların arasında bir çocuk olsaydık!
Hicretin üzerinden altı yıl geçer. Hicret eden Müslümanlar, çoğu yakın akrabaları olan Mekke’li kâfirlerle Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te Allah’ın dini üzere savaşırlar. Hayatta kalan müşrikler Mekke’ye, Müslümanlar da Medine’ye dönerler. Hicretin gerçekleştiği yıl, Hicrî takvimin birinci yılı olmuş ve yılın ilk ayı olan Muharrem ayının ilk günü de yeni yılın başlangıcı sayılmıştır.
EFENDİMİZ ÂLEYHİSSELÂTÜ VESSELÂM BİR RÜYA GÖRÜRLER
Hicret’in altıncı yılının Ramazan ayından sonra Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm bir rüya görürler. Rüyasında ashabıyla birlikte Kâbe’yi tavaf ediyorlardı. Bu güzel rüyayı anlattığında, sahabeleri vecd içinde Efendimiz’e (s.a.v) baktılar. Bu bir işâret olmalıydı. Umre için hazırlık yapmalarını buyurur. Hazırlıklar tamamlanır. Binden fazla sahabesi ile Hicret’ten sonra ilk kez umre seferine çıkar.
Mekke’nin yakınında bulunan Zülhuleyfe’de Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm iki rekât namaz kılar ve “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk...” (Buyur Allahım buyur, emrine geldim. Buyur Allahım buyur, senin hiçbir ortağın yok, hamd sana…” duasını okur. Sahabeleri de aynı şekilde namazı eda ettikten sonra ihrama girerler. Dualarla Mekke’ye yaklaşırlar. Yer, gök ve melekler Resulûllâh ve sahabelerinin dualarına ve çöl gecesindeki sohbetlerine şahitti.
RESULÛLLÂH’IN ÇADIRINDA OLMAK NE BAHTİYARLIKTIR!
Hudeybiye’ye ulaştıklarında, Müşrikler, Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm’ı ve ashabını Mekke’ye sokmayacaklarını bildirirler. Görüşmelerden sonra Hudeybiye anlaşması imzalanır. Anlaşmaya göre, umre ibadetini şimdi değil, ancak ertesi yıl yapabilecek ve Mekke’de üç gün kalabileceklerdi.
Kâbe-i Muazzama’ya gidememek, Resulûllâh’ın uhrevî hasret ateşiyle yanan mübarek kalbini üzmüştü. Hudeybiye mevkiinde ashabı ile bir müddet bekleşirler ve sohbet ederler. Çöl semasının altına kurulan Efendimiz’in (s.a.v) çadırına komşu olmak, çadırında kalpten kalbe neler konuşulduğunu duymak ne bahtiyarlıktır!
(Alıntı: Habervaktim.com)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.