Ahmet Doğan İLBEY
Kaşgarlı Mahmud’un Türkleri
Ilık ve lacivert bir geceydi. Âsude bir ortamda söz ustalarının sohbeti iksirli bir âleme dönüşüyordu. Masada, Bilge kişi ve Kaşgarlı aksakal Bakbala’dan başka İsmail vardı. Bilge Kişi munis üslûbuyla sual açıyor ve konuşturuyordu aksakalı. Konusuna iyi hazırlanmış bir konuşmacı gibi tutuk yapmadan konuşuyordu aksakal.
Birkaç yıldır mülteci olarak yaşadığı Türkiye Türkçe’sini iyi konuşuyordu. Şairliğinin yanında hoş sohbet ve cerbezeli bir Uygur Türkü idi. Yetmişi geçen yaşına rağmen dinç ve coşkulu biriydi. İlim ve edebiyat çevresi onu çok sevmişti. Sık sık sohbetlere dâvet ediyorlardı.
Yeşil, mavi ve erguvanî renklerin sardığı çay bahçesinde sözü aşka dönüştürenlerin arasındaydı Kaşgarlı aksakal. Aksakalın çaya müptelâlılığı vardı. Çay semaverinin musluğundan onun çay bardağını dolduruyordum. Sektirmeden içiyordu çayı. Aksakal elindeki çaya baktı, çay bardağını okşadı, duygulandı bir müddet. “Çay, insana en yakın hayvan at gibi insanın yakın dostlarındandır, dedi. Kaşgar’da bir de yeşil çay var. Fakat ben gara çayı tercih ederim” diyerek, bitirdiği çayın tekrar doldurulmasını işaret etti. Çay içerken hoş bir manzara oluşturuyordu aksakal.
Türkiye Türkçe’sini iyi öğrendiği belliydi ki menkıbe ve tarihî konuları aktarırken “şair” diyordu. Toy yerine şehir, tağşut yerine şiir veya manzume, otacı yerine hekim, tenrilig yerine dindar, eçi yerine ağabey, bakşı yerine hoca ve üstad, şastır yerine eser, yağı yerine düşman, ilig yerine hükümdar diyordu. Bir de “şair” in bizdeki gibi yalnız şiir yazan bir edip değil, meydana çıkıp toplumu siyasî, sosyal ve birçok hususta aydınlatan çok fonksiyonel vasıfları olan bir kişi olduğunu târif etti. Akıcı bir üslûbu olan aksakal masadakileri büyülemişti.
“Kaşgarlı Mahmud’u nasıl bilirsininiz?” dedim. Gayet sakin bir eda ile “Kaşgarlı Mahmud benim akrabam olur, hemşehrisiyim onun” dedi. Masadakiler birbirlerine baktılar, aksakal bizimle alay ediyor galiba, diye düşündüler. Fakat bir an sonra bu düşünceleri boşa çıktı. Kaşgarlı Mahmud’a uzanan derin köklerinin bulunduğunu, onun mânevî ve ilmî silsilesinin otuz altıncı göbekten şâkirdi ve yazıcısı olduğunu söyledi. Bu giriş cümlesinden sonra aksakalın ifade tarzına meftun olmuştum. Sohbet ilerledikçe aksakalın bir irfan adamı olduğu ortaya çıkıyordu.
Anlattığına göre, Kaşgar çevresinde alaylı ve modern eğitimli birçok edip ve aksakal tarafından Kaşgarlı Mahmud’un ilk Türkçe dîvânı olan Dîvânü Lûgat’it-Türk’ü yazıp bütün Horasan, Fars ve Arap illerine göndermesinden ilham alınarak soylu bir gelenek oluşturulmuştu. Günümüzde yaygınlığı azalmış olsa da bu gelenek yüzyıllardır devam etmiş. Kendisi de Kaşgar’da iken bu geleneğin yazıcısıymış. Bu geleneğe göre her yıl Kaşgar’ın birçok beldesindeki edip ve aksakal, dîvândan seçtikleri dörtlükleri ve bu dörtlüklere yazdıkları nazireleri kalınca bir deftere kaydederek yörelerindeki kasaba ve köylerin aksakallarına teslim ederlermiş. Defteri alan aksakal eğer kendisi de böyle bir defter hazırlamışsa gelen kişiye vererek ilk Türkçe divan ve yazılan nazireler Uygur halkının toplandığı bir şölende defalarca okunurmuş.
Kaşgarlı Mahmud’un Karahanlı sülalesinden bir şehzade olduğunu, Kaşgar’ın onun zamanında merhametli, adaletli ve ilim sahibi Türklerin yurdu hâline geldiğini, onun yazmış olduğu Türkçe lügatın yayılmasıyla bu yurtların Türklerin ortak rüya görebildikleri büyük bir yurda dönüştüğünü ve bu yurtta yaşayanlara Kaşgarlı Mahmud’un Türkleri dendiğini, Kaşgar’da bu dîvânın “Türk Dillerini Toplayan Ulu Kitap” olarak yâdedildiğini anlattı. Anlattıklarından hoşlanmaya başlamıştım. Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe dil ve ilim anlayışını sürdürenlere “Kaşgarlı Mahmud’un Türkleri” denmesinin mânasını sordum.
Aksakalın bakışlarında duygulu ve derin bir hüzün oluştu. “Nereden başlasam, hangi faslını anlatsam size Kaşgarlı Mahmud’un Türkleri menkıbesini? dedi. O an’a kadar canlı bir üslûpla konuşan aksakalın sesine hasret çeken bir üslûp hâkim oldu ve sâkin bir sesle anlatmaya başladı:
Kaşgarlı Mahmud’un Türkleri yalçın ve kara dağlardan düze inip şehir kuran; ev, han ve medrese yapan, bitek ovalarda at yetiştirip buğday eken, Kaşgarlı Mahmud atamızın, Türkçe’yi yayarak Kaşgar’dan Horasan’a kadar karındaşlarını şehirler kurmaya ve medeniyet olmaya dâvet eden, onun merhametli huylarını, adaletli davranışlarını sürdüren boylara denir. Bunların okumuş yazmışına da Kaşgarlı Mahmud’un Yazıcıları denir. Bu adlandırma onun ölümünden birkaç asır sonra yapılmaya başlanmış. Ceddimiz bundan beş asır kadar önce kıtlık, kuraklık ve kabilelerin birbirine düşmanlığıyla sebebiyle bozgun yıllar yaşamışlar. Bâzı kabileler talan ve kapkaççılığa başlamış ki, uzun zaman boyunca bu topraklarda huzur ve rızık kalmamış.
Atalarımızdan anlatıla gelen bir menkıbeye göre Kaşgar’da Kaşgarlı Mahmud’un silsilesinden gelen bir şair kişi varmış. O kişi çok yürekli ve söyledikleriyle bütün kabilelerin kötü huy ve talanlarına son veren ulu bir şairmiş. Bu ulu şair aynı zamanda yüzlerce atlıları, sürüleri ve ekinleri olan bir bey imiş. Bütün atlılarını ve obasını Kaşgar ovasına toplayıp, ‘burada yeniden il kuracağız, at yetiştirip, ekin ve koyun yetiştirip paylaşacağız’ demiş ve dediklerini de adaletli muamelesiyle sakalına ak düşene dek gerçekleştirmiş.
Öyle kılıç sallayan, haraç toplayan bir bey değilmiş. Halkına yahşi ve yürekli şiirleriyle tesir eden, onların gönlünü alan, rıza ile kendine bağlayan bilge yaratılışlı bir bey imiş. Ben dedemden dinlemiştim. Bu şair öyle bir bey imiş ki, bir gün Kaşgar Suyu’nun çok uzağındaki halkını ziyaret etmiş. Ona at sütü ve koyun eti ikram etmişler. Sofraya oturduğunda, ‘benim karındaşlarım da böyle at sütü içip, koyun eti yiyebiliyor mu?’ Demiş. Obanın ileri geleni ‘nerede o bolluk beyim? Buralarda kıran oldu, halkımızın çoğu yoksul’ deyince, ‘ben karındaşlarımın yemediğini yemem, içmediğini içmem. Götürün bu süt ve etleri obanızın yoksullarına verin! Karındaşlarından ayrı yaşayan, onlar açken tok gezen bir bey olmak istemem’ demiş.
Şiirli nutuklarıyla göçebe kabileleri il kurmaya, medenî olmaya dâvet etmiş, ‘Kavim kardaşlar birbirinin yurdunu talandan vazgeçmeli / bereketli ovalara inip Kaşgarlı Mahmud atamız gibi ev ve medrese kurmalı / Karanlık dağlardan inip aşağı / Kaşgar Suyu’nun kenarlarına ve ovalarına yayılmalı / Karındaşlar birbirine bitişik olmalı /Yüreklerini Kaşgarlı Mahmud atamızın yüreği gibi / Merhametli ve yumuşak kılmalı / Huyları ve töreleri onun gibi adil olmalı.’ Demiş.
O asude gecede Kaşgarlı aksakal bize kitaplarda okumadığımız Kaşgarlı Mahmud’un Türklerine dair birçok menkıbeyi bir dil lezzeti içinde anlatmıştı. Aksakal ve Bilge Kişi’yi evlerine yolcu ettikten sonra İsmail’e baktım: “Hâlimi okuyup tâbir etsene aziz dost! Aksakal, bu menkıbeleri niçin anlattı dersin?”
İsmail, fikirli ve dokunaklı hitabıyla “Evinden çıkıp, güneşin doğduğu yerlere, ceddimizin ilk medeniyet diyarlarına bir an evvel gitmenizi istedi. Menkıbedeki ‘Kaşgarlı Mahmud’un Yazıcıları’ndan biri de sizsiniz efendim! Siz değil misiniz merhametli, medenî ve yüreği yanında olan ecdâdın her yerde dilini arayan?” dedi.
İsmail’in sözleri karşısında kafamı büyük düşünceler sardı, ateş bastı, dedikleri karşısında kıvrandım. Hakikati söylemişti. Cedlerimin ve dilimin damarları nereye kadar uzanıyorsa oraya hicret etmeliyim dedim seslice.
Vecd hâlindeydim. “Gideceğim işte! Kaşgarlı Mahmud’un Türkleri’nin yurduna hicret edeceğim; Kaşgarlı Mahmud atamızın Opal’deki türbesine varıp diz vuracağım. Bir baştan bir başa Kaşgarlı Mahmud Türklerinin arasına karışacağım, İsmail!” dedim. (Habervaktim.com)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.