Ahmet Doğan İLBEY
ÂMÂ ÜSTAD CEMİL MERİÇ: “İNSANLAR KIYICIYDILAR KİTAPLARA KAÇTIM”
“Âmâ üstad” ifadesi Cemil Meriç için gıyabında kullandığım hitaptır ve görmeyen gözlerine rağmen kitaplarla dostluğuna hürmet ifadesidir. Kalbî bir bağlılıktı bu, hayatına imrenmeydi. Şehr-i Maraş’ta gıyabî tek şâkirdiydim. Hiç görmedim onu. Necip Fâzıl’ın ifadesiyle “Allah’ın, iç gözü iyi görsün diye dış gözünü kapadığı sahici münevver.”(Bâbıâli, s.337)
Arkadaşlarla buluşmadan evvel kitaplarından bir kaç sayfa okur öyle çıkardım evden. Sözüme “âmâ üstadım Cemil Meriç'in şu sözü, şu kitabı” diyerek başlardım. Çünkü onun kelimeleriyle güçlenirdim. Onu okumayan milliyetçi, İslâmcı her kim olursa olsun, konuşmaya değer bulmazdım.
Bütün gücünü kitaplara hasreden, yarın ölecekmiş gibi her ânını kitaplarla yaşayan, kitapları nikâhlı eşi gibi yanında hiç ayırmayan, su ve ekmekten daha fazla ihtiyaç duyan, bu uğurda otuz sekiz yaşında gözlerini tamamen kaybeden âmâ üstad Cemil Meriç’in (1916-1987) on bir yaşında başlayıp ömür boyu kitaplarla geçen hayatını kaç kişi biliyor? Gözleri görmez olunca her gün başkasına okuttuğu kitapları, gören gözlerle okuyan birinden daha kavî bir aşkla dinlemiş ve yazdırdığı notlarını kitaplaştırmış bir kahramandı o.
KİTAPLARIN YÜZÜNÜ AÇMAK İÇİN GELMİŞTİ DÜNYÂYA
Her insan dünyâya nasibine düşen bir vazifeyi icra için gelirdi. Kitap, ömür defterine yazılmıştı. Amel defteri kitapla açılmıştı. Her kitabın derûnuna inmek onun amel hânesine kaydedilen bir sevap gibiydi. Dünya hayatında ona verilmiş bir vazifeydi kitapların “yüzünü açmak.”
Şeyhülkitap, yâni kitapların şeyhi saydığım âmâ üstad daha çocukken nikâh kıymıştı kitaplarla. “Ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni” (Bu Ülke, s.37) diyerek bir mâbede girer gibi girerdi kütüphânesine. Hayatında hiçbir ideolojik anlayışla aynîleşmedi, “izm”lere bağlanmadı. “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle mûnisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” diyerek, idraklere zulmeden kıyıcılardan uzak durdu. (Mağaradakiler, s.323)
“Hünerinin yasasından”, yâni kitapları fetheden fütuhatından zerre taviz vermedi. Görememekten dolayı inançlarını kaybetme noktasına gelmişti. Okuyamamanın, kitaplara sarılamamanın isyanıydı bu. Buna rağmen kitaplarla ünsiyetini, kitapların derûnuna inmekteki mârifet mertebesini aşkla korudu ve kitaplar ikliminde ömrünü tamamlamayı azimle sürdürdü.
“KİTAP BİR LİMANDI”
Kitapların Mevlânâ’sıydı. Bütün kitaplara “Düşüncelerime, vicdanıma, inançlarıma ışık olabilecek bilgilerini ver” diyordu. Kitaplar bütün “yalanların peçesini sıyırmak” için düşüncelerin kapısını açan birer anahtardı. “Harâmî mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını…” (Bu Ülke, s.186) Âhirete göçmeden önce kitapsever câmiasına söyledikleri çok hüzünlüydü: “Bu kitapları bütün dünya nimetlerinden feragat ederek bir araya getirdim. Size dost bir dünya hazırladım. Fırtınaya tutuldukça sığınacağınız tek liman bu. Bu kitaplar benim sevgililerim.” (Jurnal-1)
Kılavuzu ve dert ortağıydı kitaplar. “Kaderini kitapların tâyin ettiğini” söylüyordu. “Kitap bir limandı benim için. Kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı” diyordu. (Bu Ülke, s.37)
“HER KİTAP TILSIMLI BİR SARAYDIR”
“Her kitap tılsımlı bir saray”dı. (Bu Ülke, s.192) Bu sarayda, yâni kitapların vaaz ettiği bir mâbedde yaşıyordu. Bu mâbed “fildişi kulesi”ydi, yâni kütüphânesi. Hiçbir zaman çıkmadı kütüphânesinden. “Kütüphâne bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleriyle dolu” ydu. “Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı: Liyakat” dı. “Mâbede bayağılar giremez” di. “Uluların hepsi fildişi kulede yaşadı. Fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemi” ydi. (Bu Ülke, s.184)
“KİTAP, KÂİNATA AÇILAN KAPI”
“Kitap, kâinata açılan kapı ve bütün peygamberlerin mucizesi" ydi. Ehramlar ahmak taş yığınıydı, yalnız kitap konuşur” du. “İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran kitap”tı. “Soyumuzun hâfızası ve kaybolmayan mâzimiz”di. “Binlerce yılın ötesinden gelen binlerce yıl öteye taşan ses”ti. “Hepimiz maddenin mağarasına zincirlenmiştik, kitap, mağaramıza akseden ışık”tı. (Jurnal-1)
“KAHRINI ÇEKECEKSİN KİTABIN”
Kitabın bir şahsiyetinin olduğunu söylüyordu: “Kalbi var kitapların, onları bir kerhâne sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin. Uğrunda kaç gün aç kaldın? Hırsızlık yaptın mı? Hangi zillete katlandın? Bütün canlı hayâletlerden uzak onunla bir mağarada yaşayabilir misin?” (Jurnal-1)
“HER TOPLUM BİR KİTABA DAYANIR: SENİN KİTABIN HANGİSİ?”
Gençliğinde kitap bir tiryakilik, bir afyon, bir kaçıştı. Kitaba kitap olduğu için perestiş ediyordu. l950’li yıllara kadar “Yabancı bir dünyada ilk kanat çırpınışları” dediği tercüme faaliyetleriyle uğraştı ve Avrupa’nın pozitivist yazarlarının ve Türkiye’nin müstağrib aydınlarının kitaplarına doymak bilmez bir tecessüsle sarıldı. Maddeciliği ve boşluğu gördü bu kitaplarda. Avrupa medeniyetinde insanın, yâni eşref-i mahlûkatın olmadığını öğrendi ve a’raf’ta kalanların, deistlerin, seküler olanların uykularını kaçıracak bir sualle başladı yeni hayatına: “Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler Neşidesi veya Kur’ân. Senin kitabın hangisi?” (Bu Ülke, s. 183)
KARANLIKLARI DEVİRME VE IŞIĞA ULAŞMA VASITASIYDI KİTAP
“A’raf’tayım” diyordu. Fakat kalben ve fikren a’raf’tan çıkmaya azmediyordu. 1960’larda kitaplar zihnî hayatın bizzat kendisi değil, zihnî ve fikrî tekâmülün uyandırıcısı ve hakikatlerin yolunu açıcı birer rehberdi. “Karanlıkları devirme” ve ışığın kaynağına ulaşma vasıtasıydı. “Konya yolculuğundan” sonra kitap, eski Yunan filozoflarının can sıkıntısından kurtulmak için iltica ettikleri “tefekkür için tefekkür” ve Tanrısız Batı’nın “sanat için sanat gibi bir yalan” vasıtası değildi. “Bir nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak, mukaddeslerin emrinde olmak” içindi. “Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabıyla Hind’e yöneldi. Neşideler Neşidesi ve Vedaları okudu. Doğu’nun kitaplarında ışığı gördü. Geç kaldığını anlayan vicdanı ve selîm aklı onu Şark-İslâm’a kanatlandırdı. “Işık Doğu’dan Gelir” kitabıyla hikmet-i İslâmiye’nin önünde diz çöktü.
“BİR ÇAĞIN VİCDANI OLAN” KİTAPLAR YAZDI
1970’li yıllarda, “Bir çağın vicdanı olmak”, “İdrakimize vurulan zincirleri kırmak”, “Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak” için yüz elli yıllık bozgun ve inkırazımızı anlatan kitapların müellifi oldu. “Bu Ülke” kitabında ıstıraplarını ve vicdan muhasebesini veciz cümlelerle yazdı. “Umrandan Uygarlığa” kitabında Batılılaşmanın edebiyatımıza ve fikir dünyamıza vurduğu darbeleri anlattı.
“Mağaradakiler” kitabında Batılı intelijansiyanın ve Türkiye’deki hempalarının ifsad edici fikirlerindeki tehlikeyi gösterdi ve maskelerini bir bir düşürdü. Avrupa’nın pozitivist aklını zâlimin zulmünü ifşa eder gibi anlattı ve “göz kamaştıran Batı medeniyetinin aslında bir fuhşiyattan ve sömürgecilikten” ibaret olduğunu yazdı.
“Avrupa kültürün vatanı, Asya irfanın” diyordu “Kültürden İrfana” adlı kitabında. Fikir mâbedinin Osmanlı olduğunu söylüyor ve Avrupa’nın pozitivist ve seküler kültüründen Osmanlı Türk irfanına dönüyordu. “Muhteşem bir mâziyi, daha muhteşem bir istikbâle bağlayacak köprü olmak” için “tarihine vecidle eğildiği” muazzez Türk İslâm medeniyetini kuran asil millete intisap etmişti.
Artık, “Bir devrin şuuru olmak” ve “Bütün hakikatleri yoklamak” için bir mürşiddi kitaplar onun için. Âhirette kendisini kitaplardan da sual edeceklerini hissetmiş olmalı ki, âhir ömründe mukaddeslerin emrinde olan kitapların okuyucusu ve yazıcısı oldu. ([email protected])
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.