Prof. Dr. Ahmet Kıymaz
İnsan, İnsanlık Ve Ruhun Devir Anlayışı
İnsanlık var olduğundan beri, farklı düşünce akımları kendini göstere gelmekte...
VARLIK, var olma, niçin var olma, varlığın sebepleri, var olmanın nitelikleri hep sorgulandı ve farklı farklı cevaplar da felsefe, sosyoloji, antropoloji, tarih ve din kitaplarında yerini buldu. Ve ortaya BİLGİ, BİLGİLER çıktı.
Bu bilgiler, düşünce manifestoları haline zamanla dönüştü. Spiritüalizm, Septisizm, Materyalizm, Mazdekizm, Komünizm, Sosyalizm, Determinizm, Pozitivizm, Darvinizm, Kapitalizm, Liberalizm ve Teoloji gibi düşünce akımları doğdu. Her düşünce akımı da ortaya çıkış zamanlarında ve sonraki zamanlarda taraftarlarını kolayca buldu. Her fikir, başka başka; her algılama, türlü türlü oluştu. Hangisi daha doğru veya hangisi daha yanlıştı, hep tartışıldı. Dün böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacak.
***
Tasavvuf, TEOLOJİ içinde ayrı bir önem ve değerle ele alındı. O da, coğrafyasına, bulunduğu toplumun kültürel alt yapısına göre biçimlendi. Hint Nirvanası'nda başka, Yunan felsefesinde farklı, İslâm tasavvuf hayat tarzında farklı algılandı. Hatta, her biri de kendi alt gruplarında farklılıklar oluşturdu. Birinin uzun dediğine diğeri kısa, birinin soğuk dediğine diğeri sıcak deme geleneği oluştu.
Bütün farklılıklara rağmen, hemen hemen bütün düşünce akımlarında ortak düşünce yapıları da görüldü. Lâkin, ortak düşünceler; birleştirme ve yüceltmeden ziyade; ayrıştırma ve zayıflatma aracı olmaktan insanlığı kurtaramadı. Çünkü, "BEN" ve BENLİK" duygusu, hep güçlü geldi. "NEFİS" ve "TEK GÜÇLÜ OLMA" içgüdüsü, hep galebe çaldı. Hem birey düzeyinde, hem de grup ve toplumlar düzeyinde... Teoride güzellikler, söylem haline dönüşse de; pratikte canlar yakıldı, gönüller kırıldı ve ayrıştırmalar öne alındı.
***
Ne idi mücadele? Kendini tanıtma, kendini gösterme, kendini tabulaştırma, paylaşamama...
Oysaki, "doğru olan" bu muydu?
***
İslâm tasavvufu başta olmak üzere, pek çok düşünce akımı, doğruları, kendi doğrularınca hep dile getirdi.
İslam tasavvufunda sıkça söz edilen bir hadis-i kudsî vardır: "Ben, gizli bir hazine idim, bilinmeyi ve ibadet edilmeyi istedim. Bu nedenle, mahlukatı yarattım." Keşfen gerçek, naklen sabit olmadığı ifade edilen bu hadis-i kudsîye göre; Yüce Allah, insanları ve bütün mahlukatı, kendisinin tanınması ve kendisine ibadet edilmesi için yaratmıştır.
Tasavvuf'taki bu temel akideyi gerçek olarak kabul ettiğimizde, "TEK GÜÇLÜ OLAN" insan değil; Yüce Allah'tır. İnsan, nefsinin kölesi olduğunda, benlik duygusunu güçlendirdiğinde, çıkmazda kaldı ve sorunlar yaşadı. Bu tür bireylerin çok olduğu toplumlarda da sorunlar katmerleşerek kaoslar oluştu. Toplumlar debelendi, değişik düşünce akımlarının çarpışmasından insanlık yara aldı veya yozlaştı.
***
Pek çok dünya edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da en çok işlenen konu din ve tasavvuftur. Ahmet Yesevi'nin Hikmetleri'nde, Yunus Emre'nin İlahîleri'nde, Hacı Bektaşî Veli'nin Makalât'ında ve Demeleri'nde, Fuzulî'nin Su Kasidesi'nde, Abdulkadir Geylanî'nin Gunyetüt Talibin'nde, İmâm-ı Gazalî'nin ihya - Ulumîddin'de, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetnamesi'nde, yüzyıllardır dergâh ve tekkelerdeki sohbetlerde ve daha nice sayfalarda, mekânlarda...
Diyorlar ki; insanın önce ruhu yaratıldı. Ruh, Âlem-i Gayb'da (Bilinmeyen âlemde) yaratıldı. Bezm-i Elest (Kabul Edenler Meclisi)'te yaratılan bütün ruhlar, Allah'ın birliğini ve yüceliğini tanıdı. "Elestü bi Rabbiküm" (Ben sizin, ilahınız değil miyim?) sorusuna bütün ruhlar, "Kalu belâ" (Tasdik ederiz, Sen bizim tek ve büyük ilahımızsın.) dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Öyleyse, siz imtihan olacaksanız." buyurdu. Hz. Adem ve Hz. Havva'nın cennetten çıkarılmaları, Peygamberler ve ilahî kitaplar gönderilmesi ve tarihî süreç bu sebeplerle oluştu.
Öbür taraftan, Şeytan da Yüce Allah'tan ruhsat aldı. Kıyamete kadar insanları sırat-ı müstakim yolundan çevirmekle görevli. Bir yanda Rahmanî taraftarlar, öbür yanda ise Şeytanî taraftarlar başlangıçtan beri bir savaş durumunda. İlahî rehberlere gönülden bağlı olanlar ve uyanlar, bu savaşta galip gelecektir. Bağlı olmayanlar, sözlerinde durmayanlar ise şeytanlaşmış insanlar olarak akıbetlerini bekleyecektir.
Bu savaş; düşünce akımlarının temsilcisi konumundaki kitaplarda, tarihte, sosyolojide, felsefede, edebiyatta, düşünce merkezlerinde, tasavvuf dergâhlarında, basında, görsel sanatlarda, geçmişte olduğu gibi günümüzde de bütün hızıyla devam etmektedir. Olan hadise, budur...
***
Bu savaşı daha iyi anlayabilmek için, "Tasavvuf'taki Ruhun Devir Anlayışı"nı da iyi yorumlamak gerekir, düşüncesindeyim.
Ruh nedir, ruh ile insan bedeni arasındaki iletişim, uyum nasıldır?
Anlatırlar ki;
Ruh, bilinmeyen âlemde yaratıldığı andan itibaren kendine beden aradı. Bu nedenle, Bilinen Âlem'e (Âlem-i Şuhûd) inişe geçti. Beden olarak seçmek istediği ilk madde "Cansız Varlıklar" (Cemadât) oldu. Taş, toprak, demir vb. cansız varlıkları, kendine beden olarak seçmedi ve bir üst kademeye geçmeyi yeğledi. Üst kademe ise "Bitkiler Dünyası" (Nebatâd)dır. Bitkilerden herhangi birini de beden seçmeye uygun görmeyen ruh; sonraki aşamada "Hayvanlar Dünyası"na (Hayvanât) geçti. Lâkin, hayvanların da beden olamayacağını anlayınca, eşref-i mahlukat ile esfel-i safilin arasında gelmeli gitmeli olan İNSAN bedeninde karar kıldı.
İnsan bedeninde dört temel element bulunmaktadır. Toprak, Su, Hava, Ateş...
Bu elementlerden meydana gelen BEDEN ile RUH birleşerek İNSAN oluştu. Dört ayrı element de dört ayrı insan kişiliğini sembolize etti. Hepsi de İlahî İrade'nin tecellisidir. O'ndan ayrı, O'na muhalif gibi gelmesini istemem. Lâkin, "Teşbihte hata olmaz." düsturundan cesaret alarak ve olayı somutlaştırmak yoluyla akıllarda daha etkin kalması amacıyla düşüncelerimi ifade etme gayreti içindeyim.
Bu elementlerden ikisi Rahmanî nitelikte, ikisi ise Şeytanî niteliktedir.
TOPRAK: Tevazûnun, sabrın, metanetin, şerefle yaşamanın sembolü.
SU: Saflığın, duruluğun, temizliğin, açık sözlülüğünün, dürüstlüğün, sembolü.
ATEŞ: Kibrin, aceleciliğin, isyanın, öfkenin, yalancılığın sembolü.
HAVA: Nefsin, şehvetin, dolandırıcılığın, israfın, zulmün sembolü.
***
Ruh; bedenindeki niteliklerden Rahmanî olanları, yani TOPRAK ve SU niteliklerine önem verdiğinde ve bunları öne çıkardığında yükselmeye, yücelmeye başlar. (Aslında her ruh, söz verdiği zamana ve ebedî saadete dönmeyi arzu eder. Arzu etmesine rağmen, Şeytanî niteliklerden kendini kurtaramazsa, ebedî saadetten de uzak kalır.) Eşref-i Mahlukât (Yaratılmışların En Şereflisi) olur. Kendini terbiye etmenin büyüklüğü boyutunda bir noktada İNSAN-I KÂMİL olur. Ruh, burada kalmaz; daha çok terbiye ve mücadele ile yoluna devam etmek isterse,(Ki, bu durum, ruhun özünde vardır.) başlangıç noktasına dönmüş bulunur. Bilinmeyen Âlem'de, yaratıldığı ve söz verdiği andaki büyük manevî zevki tekrardan yaşar. Hem de sonsuza dek...
Ruh; bedenindeki niteliklerden Şeytanî olanları, yani ATEŞ ve HAVA niteliklerine önem verdiğinde ve bunları öne çıkardığında alçalmaya ve geriye dönmeye başlar. Esfel-i Safilîn (Sefillerin En Sefili) olur. Ruh, içinde tutsak bulunduğu bedeniyle birlikte geriye döner. Hayvanlar Âlemi'ne, Bitkiler Âlemi'ne, hatta Cansız Varlıklar Âlemi'ne... Farkına varmasa da, yaşayan ölüden farkı kalmaz. Bu duruma, Batı kültüründe ZOMBİ, bizim kültürümüzde ise MANKURT denir.
İnsanlık ve dünya tarihi, İNSAN'larla MANKURT'lar arasındaki mücadeleden ibarettir. Bilerek veya bilmeyerek herkes bu savaşta taraftır. İstenilen; bilinçle, ihlasla, İNSAN olabilmek ve İNSANCA mücadele edebilmektir. Çünkü İNSANLIK, bunu gerektirir.
Selâm ve saygılarımla...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.