Ahmet Doğan İLBEY
Yarın Ölecekmiş Gibi Yazmak
Evvel emirde beyan ederim ki, yazmak asla gaye değil, güzel bir vasıtadır. Yazıyla sanat edebiyat yapmak gayreti içinde değilim. Ölçü: Ne ifrat, ne tefrit. En iyi ve bedî yazıyı inşa edip derûnumuz cezbeye kapılsa bile, hiçbir yazı dinimizle amel etmekten ve insan dostluğundan üstün olamaz.
İnsanoğlunda çeşitli meşrepler vardır. Her biri zâhirî ve mânevî bir vasıta ile derûnunda olanı bir sanat gücünü bakılan, okunan, dokunulan bir şekle sokar. Vasıtadan kastım haram olmayan meşguliyet ve sanatlardır. Demek ki çeşitli meşrepte insan varsa yazı da vardır.
İnsanın yazıya söylettikleri kendisidir. Modernlerin yaptığı gibi yazıyla günah çıkarmak, bir şeylerden öç almak, cesaret edilemeyen itirazları dile getirmek değil gayem. Yine modernler gibi hasta bir ruhun teselli kaynağı da değildir yazı. Onlarca vazifesi içinde teselli vasıtası olsa da, verdiği teselli kesbî değil, mânevî ve fikridir. Yazıyla hemhal oluşum tam da budur. Müslüman insan, modernler gibi bunalımını veya “entelektüel krizini” bastırmak için yazmayı hastalık hâline getirmez.
Yazıyla fâniliğe direnenlerin ruh hâleti içinde değilim şükür. Fâniliğini bilip, yazıyla sual edilecekmiş gibi yazıya dost olanlar var ki, fakir bu taifedendir âcizane.
YAZI HAYATTAN KOPARMIYOR, ACI VERMİYOR, ÖLDÜRMÜYOR…
Yazı, dininden kopan “patolojik ve klinik vaka” yazarlar gibi hayattan koparmıyor, acı vermiyor, öldürmüyor elhamdülillah. Çünkü yazı, modern yazarların sandığı gibi insanın bir “gerçekliği” değil, bir tasavvurudur sadece. Ölünecek bir varlık değil, değiştirilebilen, sevilebilen, reddedilebilen bir vasıtadır. Asıl gerçekliğe, yani Allah’a doğru atılan adımların fikrî ve edebî bir tâlimdir.
Böyle bir hâl içinde yazı, azdırıcı bir şeytan gibi değil, insan-ı kâmil bir dost gibi yüreğimin üstüne gelip oturuyor. Bir aşk, bir neşve içinde gönlümü ve dimağımı öylesine sarıyor ki “yazayım da vuslata ereyim” demekten kendimi tutamıyor ve yarın ölecekmişim gibi yazmaya başlıyorum.
Demek ki Allah’ın, yazması için yarattığı, yazarken vecde geçen üstad Necip Fazıl’ın, “İki tür insan vardır: Kitap okuyanlar ve kitap yazanlar. Ben ikincilerin birincisiyim” demesi bu sebeptenmiş. Kolombiyalı yazar Gabriel Marpuez’un yaşadığı ıstırapları okumadan önce, “Ya yazacaktım, ya ölecektim” sözünü yadırgamış, hastalıklı bir iptilâ demiştim.
YAZI, KONUŞMAKTAN DAHA SIHHATLİ VE TEMKİNLİ
“İyi Yazı”yı severim ve kalbime mânevî sürur veren yazılara bismillah diyerek başlarım. Meramımı yazıyla anlatmayı daha edepli ve temkinli, daha hatasız ve mânalı bulurum. Ali Hocam’a ve dostlarıma duygu ve fikirlerimi konuşarak anlatamam, yazıyla anlatırım. Onlara ifade etmem gerekenleri iyi bir yazıyla aktarmak daha cezbedici geliyor. Yazı, konuşmaktan daha sıhhatli ve ölçülü bir yol fakîr için. Durup düşünme imkânı veriyor.
Fâniliğini ve dünyalığını hurufata geçiren fakîre kendini teslim eden hasbî bir dosttur yazı. Öyle ki hep geceleri gelir konar gönlüme. “Yalnızsın, yine geldim” der. Söylediği sadece bu üç kelimedir. Varlığına bedel biçmez.
Kirlenen idrakleri temizlemek, aydınlığı ve karanlığı anlatmak, yıkmak ve yeniden inşa etmek için karınca kararınca yazının gücüne sarılıyorum. Bunalım ve hırs değil yazıya sarılışım. Başka bir yol bilmediğimden yazıyla mücahede ediyorum âcizane.
Fakîr için bir saadet olan gecelerin sükûneti içinde din-i mübin medeniyetinin güzellikleri kalbime yürüdüğünde, hüznümle baş başa kaldığımda, dostlarım gönlüme düştüğünde vecde geçip sığındığım ve yardımını gördüğüm vasıta, yazıdır. “Yazdığımı kim okur?” diyerek yazıyı maddî bir ihtiyaç gibi ara sıra yoklayanlar ve tanınmak için yazanlar, yazının dostu değildir.
YAZI CEHENNEMİM DEĞİL, CENNETİM OLACAK
Dostlarımdan biri, “Yazı, cehennemin olmasın sakın…” demişti. Yazıyı kendine cehennem kılanlar, Allah’a ve şeriatına inanmayanlardır. Hakikati ve kendini maddî dünyada arayıp, sonra çıldırarak intihar edenlerdir. Dünya cehennemini taşıyan yazılar, sahibini bilgeliğin ruhunu kuşanan hazreti insan olma yerine, egosunun pençesinde kıvranan hasta insan hâline getirir.
Yazı inşallah cennetim olacak. Çünkü kalbimi veriyorum yazıya. Ondandır ki her yazıdan sonra kalbim biraz daha eriyor. Eriyen kalp, hüsnünü ve hüznünü mâna âlemine hasreden, adayan kalptir.
RÜYAMDA YAZI GÖRÜYOR, CÜMLELER KURUYORUM
Fakîrin hüzün ve neşve kaynaklarından biri de yazıdır. Yazıyla semâ yapmaktır muradım. Yazıyla semâ yapan var mı aranızda? Dostlarım bir gün fakire, “Rüyanda sen neler görürsün” demişlerdi. Onlara şöyle demiştim:
“Rüyamda kelime ve yazılar görür, cümleler kurarım. Kelimelerin ve cümlelerin yanında dostlarımı da görürüm. Bir kelimelere, bir dostlarıma bakarım. Sükûnetin bin derece olduğu bu vakitlerde kelimelerin büyüsü ve hikmeti sarar, sonra cümleler kurar, yazı başlıkları bulurum kendime. Silerim, yeniden kurarım cümleleri ve başlıkları.
KELİMELER MÜEDDEP BİR İNSAN GİBİ DURUYOR KARŞIMDA
Kelimeler müeddep bir insan gibi duruyorlar karşımda. Onlardan en uygununu seçer, yan yana getirir, bir cümle, bir başlık yaparım. Defalarca iç sesimle okurum bu cümle ve başlıkları. Ahengine bakar, seslerinde sertlik varsa yine defalarca tekrar eder, akort yaparım. Sonra bulduğum cümle ve başlıklar orijinal midir diye düşünürüm. Fikrî ve edebî bakımından gücünü kuvvetini yoklar, mâna ve estetik değerini ölçerim. Bu ameliye sırasında işime gelmeyen bir cümle çıktığında tekrar başa dönerim.
Tuhaf ama, bir gerçekte şu: Daha önce yazdığım yazıların zaaflarını da, rüya mıdır, hayâl midir anlayamadığım bu münzevî vakitlerimde hatırlarım.
En sevdiğim vakitler, lambası söndürülmüş bir mezar karanlığı içindeki odamda yatağıma çekilip uyanıkken yazı üstüne gördüğüm hayâl anlarıdır. Bu hayâller bir fanteziden, sıradan
bir düşünce ve duygunun tesirinden bir ânda oluşan geçici hayâller değil. Her daim bir oluş içerisinde vazife yapan yıldızların gökyüzünün karanlığa bürünmesiyle peş peşe ortaya çıkması gibi, kelimelerin ve cümlelerin yavaş, telâşsız, sükunet içinde arz-ı endam ettiği
hayâllerdir.
Hiçbir istekleri olmaz, hasbî ve karşılıksız hizmet eden melekler gibidir kelimeler ve cümleler. Canları sıkılmaz, konuşup rahatsız etmezler, sürekli dönüp dururlar zihnimin çevresinde. Uykunun, “yeter artık canını alacağım” noktasına gelene kadar uyanıkken gördüğüm, efsunlu rüyalara benzer bu hayâller böyle sürüp gider. Onun içindir ki, gecenin karanlığında yazı üstüne gördüğüm hayâllerimle başbaşa iken dünyanın velvelesinden ve avâmdan uzak, huzurlu ve sâkinim.
YAZIYLA DOSTLUĞUM MALÂYÂNÎ DEĞİL, ÎRFANÎDÎR
Yazıyla dostluğumun meşrûiyet kaynakları olan din ve tefekkür büyüklerimiz her gece muhakkak ki muhayyileme yürürler. Yazarak da mücadele eden, sohbetlerinin ardından en çok beraber olduğu yazıyı nurlandırıcı bir vasıtaya dönüştüren Bediüzzaman Hazretlerinin yazıyla iştigaline her gece tâzimde bulunurum.
İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin her gece mum ışığında “Mektubat”ını yazdığı ulvî hâli muhayyileme yürüdükçe, yazıyla dostluğum daha da güç kazanır. Yazıya dost olan “millet muzdariplerinden” Mehmet Âkif’in hüzünlü gurbet mekânlarında en iksirli dermanı ve tek dostu yazıydı.
Tasavvuf âlimlerinden, hüzün gibi yazıya müptelâlığın da imana ve ferasetli bir kalbe zarar vermeyeceğini öğrenince sevindim:
“Söz söylemek ve yazmak, varlık iddiasında bulunmak mânasına gelir. Bu makam ise mantık ve hakikat derekesinde olanlar içindir. Yazmak ve söz söylemek ilmel yakîn olanlar içindir ki, yazılan ve söylenilenler malâyânîlik taşımıyorsa ve ‘faydasız ilimden Allah’a sığınırım’ düsturuna sahipse bir problem yoktur.” (Habervaktim.com)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.