Prof. Dr. Recep Dikici
Nasihat ve Kerâmet
Üstün halleri ve kerâmetleri tecrübe ile sâbit olan evliyânın kalbindeki feyzler, nûrlar, güneşin ziyâsı gibi, her yere yayılmakdadır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan ve Onu seven müslimânların kalblerine akar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaşdığı gibi, kemâle gelirler. Eshâb-ı kirâm (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn), Resûlullahın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sohbetinde, böyle kemâle geldiler. Müslümanların feyz almasına mani olan en zararlı şey, bidat sâhibi olmasıdır.
Evliyâyı kirâmdan Seyyid Abdülhakim-i Arvasi (kuddise sirruh) hazretleri, bir gün sevdiklerine şunu anlattı: Veysel Karani hazretleri, uzak yoldan gelen bir kimseye Allahü teâlâyı bildikten sonra başkasını bilmeye gerek olmadığını ve Allahü teâlâ kendisini bildikten sonra başkasının bilmesine gerek kalmadığını, mü’minin kelâmı, taamı (yiyeceği) şifa olduğu gibi, simasının da şifa olduğunu belirtip, insanların yaratılış gayesi olduğunu söylediğinde, o zat; “O gaye nedir efendim?” diye sordu. Veysel Karanî hazretleri de şöyle cevap verdi: “Allahü teâlânın rızasını kazanmaktır. Bu da, Onun kullarına iyilik etmekten geçer. Onun kullarına vermek ve Onların duasını almaktan geçer.” buyurdu ve özetledi: “Velhasıl Onun kullarını razı eden, Cenâb-ı Hakkı razı etmiş olur. Onun kullarından maksat da, önce anne baba, sonra hoca, sonra arkadaştır. Ve daha kimlerin hakkı varsa, herbirinin rızasını almak gerekir.”
Seyyid Abdülhakim Efendi’nin (kuddise sirruh) çok sevdiği bir kimse vardı."Sabri Bey". O şöyle anlatıyor: Bir gün rahatsızlandım. Hastanede “Apandisit” teşhisi koydular. Ama bayram günleriydi. Başka bir hastaneye sevk ettiler. O hastaneye gitmeden önce, Abdülhakîm Efendi’ye uğradım.
Ellerini öpüp oturdum. Bana bakıp sordu:
- Sabri, sen hasta mısın?
- Biraz efendim.
- Neyin var? Ağrıyan yeri gösterdim. O yere dokundurdu elini.
- Burası mı?
- Evet. Biraz ovdu o yeri. O anda hissettim müsbet tesirini. Kırkbeş sene oluyor. Apandisit ağrısı görmedim bir daha.
Yine Sabri Bey anlatıyor: Abdülhakim Efendi, bir gün "Teyemmüm"den bahsetti bana. Hatta bir tuğla getirdi. Onun üzerinde göstererek iyice öğretti. Ve sordu:
- İyi öğrendin mi?
- Evet, dedim. Ama kendi kendime;
“Niye” diyordum. “Niye bana teyemmümü öğretiyor?” Bildiğim kadarıyla teyemmüm, su olmayan yerlerde lazım olur. Biz ise şehirdeyiz. Su her yerde bulunur. Çok merak ederdim bunu.
Yıllar sonra anladım ne için olduğunu. Şöyle ki, Abdülhakim Efendi vefat etti. Ve “Otuz sene” geçti aradan. Ellerimde "ekzema" ve "yaralar" çıktı. Doktor ilaç kâr etmedi. Hatta başparmağımı kestiler bu yüzden. Ve tembih ettiler:
- Su değdirmeyeceksin ellerine. İşte o zaman anladım bu işin hikmetini. Bana niçin teyemmümü öğrettiğini.
Allahü teâlâ evliyâ muhabbetiyle ve fevziyle kalbimizi doldursun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.