Naif Karabatak
MÜCAVİR SİYASETÇİLER-1
Bugünün mücavir siyasetçilerini yeni nesle anlatabilmek için önce mücavir alanı ve o alanı çevreleyen Olağanüstü alanı anlatmak lazım. O dönemi daha iyi anlamak için önce küçük bir geziye çıkalım. Bunun için zaman tüneline girerek önce OHAL’i, sonra mücavir alanı ve bundan nemalananları hatırlatmakta fayda var.
Belki o zamanın ‘puslu’ havasından nemalananlarla şimdiki ‘mücavir’ siyasetçilerin nemalandıkları alan çok daha iyi anlaşılabilir.
Mücavir siyasetçiler, sadece o anı kurtarmak, sahibinin verdiği görevi ifa ederken elde edeceği kazancı hesap edendir; Ülkeyi veya milleti lehine tek kelam eden, tek adım atan değildir.
Nedense ‘ülkesi ve milleti lehine tek kelam etmeyen’ diye düşündüğümde aklıma direkt CHP geliyor. CHP, sapı bizden olan baltadır. Her ne kadar sapı bizden olsa da, kökü dışarıda, ihanetle örülmüş bir partidir ve belki de ihanetin kurumsallaşmış halidir.
Bunu 15 Temmuz’da ‘darbenin sonucunu bekleyişiyle de çok daha net görmüştük.
Dönelim sıkıyönetim dönemine…
12 Eylül 1980 tarihinde yapılan darbeye zemin hazırlamak için canla başla çalışan, bu Amerika’nın ‘Bizim Çocuklar’ı, var olan sağ sol çatışmasını körüklemek için çabalıyor, olan kavgaları da seyrederek, ara sıra da benzin serpiştirerek alevlenmesini sağlıyordu.
Böyle bir zamanda sıkıyönetim vardı.
Yani ülkedeki siyasetçilerin söz sahibi olmadığı, Amerika’nın ‘Bizim Çocuklar’ dediği o devrin askerlerinin memleketin dört bir yanında cirit attığı, astığı astık, kestiği kestik zamanlardı.
1982 yılına kadar süren ‘Sıkıyönetim’ ülkeyi bayağı sıkmıştı. Zaten sıkıyönetim, sıkı bir yönetimdi ve insanları sıkması, bunaltması kaçınılmazdı. Sıkı sıkıya bağlı bir yönetim, sıkı sıkıya bağlı bir dostluğu beraberinde getirmemiş, ülke bir birine düşman olmuştu. Zaten Amerika’nın çocuklarının da beklediği an, bu andı. Böylece “İyi ki geldiniz, ne iyi ettiniz, bizi kurtardınız, bu anarşik ortam bizi canımızdan bezdirmişti” diyen anneler, babalar, dedeler, nineler, hatta teyzeler, halalar, belki de amcalar ve dayılar olacaktı.
ABD güdümlü darbeden sonra yapılan ilk seçimde iktidara gelen merhum Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi, bir yandan darbecilerin pisliğini temizliyor, bir yandan ülkeyi imara kalkışıyor, bir yandan alınan hakları iade etmeye çalışırken, bir yandan da açık cezaevine dönen ülkeyi özgürleştirmeye çabalıyordu. Öte yandan da darbecilerin besleyip büyüttüğü PKK terörüyle mücadele ediyordu.
İşin ilginci ‘Kürtleri’ ve onların ‘haklarını’ savunduğunu iddia eden terör örgütü, ‘Kürtlerin’ çoğunlukta olduğu bölgeleri ‘yaşanmaz’ hale getiriyordu. Bu bölge Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmıydı. İşte diğer kısmı ‘mücavir’ alandı. Yani terörden etkilenmeyen ama ‘etkilenebilir’ olan, ‘etkilenebilir’ bulunan ya da komşusu olumsuz etkilendiği için kendisi de ‘ekonomik’ olarak etkilenen illerdi.
PKK, bu dönemde ve her dönemde, dünyadaki bütün terör örgütleri gibi ‘bir dava’nın peşinde değil, ‘bir ihalenin’ takipçisi olarak misyonunu tamamlamaya çalışıyordu, halen de öyle sürüp gidiyor. Bir farkla, bu ihale şehri imar etmiyor, bu ihale insan öldürüyor, cana kıyıyor, bulunduğu yeri yaşanmaz hale getiriyordu. Bu ihaleyi daha çok içeride ve dışarıda bulunan ‘hainler’ finanse ediyordu. Yani ihaleye verenlerin veya uygulayanların veya uygulayanların yanında durup, sırtını sıvazlayanların bir kısmı da sapı bizden olan baltalardı.
İşte sapı bizden olan baltalar, kendilerine veya çalıştıkları ülkelerin menfaatlerine göre örgütü bir o yana, bir bu yana salıyor, patlayan bombalar, sıkılan kurşunlar can alıyordu.
Daha çok Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı bölgeler olan bu ‘yaşanmaz hale getirilen’ yerler, Olağanüstü Hal kapsamındaydı. Yani ‘Kürtlerin hakkını savunduğunu’ söyleyenlerin ilk yaptığı, Kürtlere hayatı zehir etmekti. Böylece sindirilen Kürtlerdi, korkutulan Kürtlerdi, canından olan Kürtlerdi, sakat kalan Kürtlerdi, annesiz, babasız kalanlar da Kürt çocuklarıydı. Evladını yitirenler de Kürt anneleri, Kürt babalarıydı. Bütün bunlara rağmen kötü olan da Kürtlerdi.
Bölgeye gelen ve orada yaşayan insanların hayatını kolaylaştıracak her şey imha edilirdi. Yol yaptırılmazdı, su getirilmezdi, fabrika açılmazdı, işletmeler kapatılırdı. Dolayısıyla orada yaşayan insanların ‘yaşamaması’ için canla başla çalışan bir terör örgütü ve bu örgütü finanse eden sapı bizden olan baltalar veya bir başka deyişle üst akıl vardı. Üstelik bütün bunları bölge insanının ‘daha iyi yaşaması’ için yapılıyordu, yersen…
Yemiyorduk tabii ama bölgede yaşamanın bir bedeli vardı; hem ölüyordun hem acı çekiyordun hem de bölgede olduğun için bütün diğer bölgeler seni ‘potansiyel terörist’ görüyordu. Terörden en çok çeken, ayakta kalmak için mücadele eden bölge insanı, bir de potansiyel terörist yaftasıyla başını dışarıya çıkaramıyordu. Memleketini terk edip gitse dahi, ‘bölgeden’ geldiğini öğrenenlerin ‘kuşkulu’ bakışı hiç eksik olmuyordu.
Mücavir alan yine iyiydi…
Mücavir alan, terörün eylemleriyle etkilemediği ama çevre illerdeki eylemler nedeniyle ekonomik olarak olumsuz etkilenen yerlerdi.
OHAL kapsamında Bingöl, Diyarbakır, Elâzığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van yer alıyordu. Daha sonra Adıyaman, Bitlis ve Muş mücavir alan olarak belirlendi. Yani komşu il olarak bir şekilde terörden etkileniyor, OHAL kapsamında değilse de, ona yakın bir yönetim altında bulunuyordu. 1990 yılında Batman ve Şırnak'ın il olmasıyla bu sayı 13'e yükseldi. Bitlis, 1994'te mücavir il yerine olağanüstü hâl kapsamına alındı.
Şimdi mücavir alanı da öğrenmiş olduk.
Devamı yarın…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.