Hikâyeler Nasıl Yazılırmış?

Bir hikâye nasıl yazılır; mekânı, karakterleri ve daha da önemlisi o hikâyeye konu edilen müstesna içerik, nasıl yaşandı, nasıl anlaşıldı, nasıl anlatıldı, nasıl kurgulandı, nasıl o kadar lezzetli hale geldi?

Aslında sadece hikaye değil, masallar, öyküler, şiirler, bizi bir yerden alıp bir yere götüren şarkı sözleri..hepsi nasıl yazılırmış, bugüne değin yazılanlar nasıl yazılmış, merak edeniniz oldu mu?

Ben çok merak ettim.

Radyonun düğmesini çevirdiğinizde, tam sizi anlatan bir ezgi duyarsanız eğer, o ezginin bugün yazılmadığını da anlarsınız…

Okuduğunuz kitaptaki konu, bugüne ait değilse sizi sizden alabilir.

Konusu ne olursa olsun, türü ne olursa olsun, hikâyenin geçtiği mekân neresi olursa olsun fark etmez. Bugüne ait olmasın, günümüzü resmetmesin yeter.

Neden şimdi güzel şarkı sözü yazılmıyor diye mutlaka siz de benim gibi düşünüyorsunuzdur.

Neden hiçbir oyuncu Charlie Chaplin’in yanından bile geçemiyor?

Neden dünya klasikleri, günümüz dünyasında da halen revaçta, neden o klasikler, tarihin tozlu raflarında yerini almıyor, neden onlardan daha iyisi yazılmıyor?

Neden tebaadan, padişaha kadar herkese öğüt veren Bostanlar yok, Gülistanlar yok,Kelile ve Dimne’ninyeni versiyonları yazılamıyor?

Neden yeni bir Jean de La Fontaineçıkmıyor, neden fabllar yazılmıyor, nerede bizim Yunus?

Neden Mesnevi’nin bir dizesine denk gelecek yeni bir dize yazamıyoruz?

Neden Mehmet Akif Ersoy’un taşlamaları da haşlamaları da ortaya çıkmıyor?

Neden koca ülkenin yolundan döndüremediği dirayette gazetecilerimiz yok?

Neden yeni bir Nazım yeni bir Necip Fazıl yetişmiyor?

O kadar çok ‘neden’ diye başlayan soru sorabiliriz ki ve o kadar çok neden sorusunun cevabını bulabiliriz ki, aklımız şaşar.

Belki o zaman edebiyatı öldürenin teknoloji olduğunu da anlarız. Ne kadar gelişirsek, o kadar ölüyor sanatımız, siyasetimiz, ilişkilerimiz, hayatlarımız ve aşklarımız…

Hikâyeler hep bir göçle başlardı hatırlarsanız; Kopardın yurdundan-yuvandan ve gideceğin yere kadar her şey hikâyenin konusu olurdu ya da şehre birisi gelirdi, yepyeni bir hikâye başlardı.Göz göze gelirdiniz, bir ömür sürecek aşkınız filizlenirdi. İşte o zaman dağları da delerdiniz, ovaları da geçerdiniz, çöllerde de kalırdınız ve şarkılar yazılırdı, türküler çığırılırdı, yepyeni hikâyeler ortaya çıkardı, ilmik ilmik öyküler örülür, romanlara konu olurdu yaşadığınız.

Sonra bir savaş olurdu, göğüs göğüse. Köşe bucak düşman arardınız, köşe bucak düşmandan kaçardınız. El uzattığınız herkes, el uzatılan herkes romanın kahramanı olurdu ve yeni bir hayat doğardı, kanın, gözyaşının, irinin, çirkinliklerin arasında…

Boş tencereniz, doymayan karnınız, aç yatan bebeleriniz, oyuncağa hasret çocuklarınız, süt veremeyen anneleriniz, evi besleyemeyen babalarınız, sobasında kibrit çakılmayan yuvalarınız.Zalimlerin zulmü altında inim inim inleyenlerin verdiği mücadele, bir ömür süren şiddet sarmalı, acı ve gözyaşıyla geçen yıllar…

Bütün bunlar şarkıların, türkülerin, hikâyelerin, koca koca ciltli romanların konusudur elbet ama şimdi hiçbirisi yok.

Aslında var…

Aynı zulüm, aynı gözyaşı, aynı acı, aynı yokluk, aynı hüzün, aynı sevda, aynı aşk var ama sosyal medya, teknoloji o kadar çabuk tüketiyor ki, herkes her şeyini paylaşırken, ortada hikâye olacak konu kalmıyor.

Sabahın karanlığında işe gidiyoruz, akşamın karanlığında işten dönüyoruz. Hayatımızın önemli bölümü trafikte bir birimize hakaret ederek, korna çalarak, sinirden hop oturup hop kalkarak, eve geldikten sonra da tıslaya tıslaya yemek yiyip, uykuya dalarak geçiyor.Siyahilerin bir ömür süren esaretini okuyup, gözyaşı döküyoruz, modern köle olduğumuzun bir türlü farkına varmayarak.Efendiliğin eskiden nasıl olduğuna bakıp, iç geçiriyoruz, hepimizin efendileri olduğunun farkına varmadan.Ağa zulmünü anlatan hikâyelere ağlıyoruz, “patron” zulmü altında inlerken.

Mecnun Leylasını anlatırken, onu ta uzaktan, siluetini resmederdi, koca koca kitaplara girecek kadar.

Kırk kapının arkasına koyup, kırk kilit vurduğumuz değerlerin hepsi şimdi sanal âlemde, herkesin gözünün tam karşısında, uluorta neyimiz varsa sahnede…

Bir sır veremiyoruz, bir sırra vukuf olamıyoruz; her şey o kadar ortada, her şey o kadar yavan ki, dönüp bakmaya, arayıp sormaya, merak edip dönmeye bile gerek duymuyoruz.

Fakirimiz, fakir değil.Zenginimiz, zengin değil.Güçlümüz, güçlü değil.Zayıfımız, zayıf değil.Herkeste bir özenti, kimin eli kimin cebinde belli değil. Sosyal medyada herkes mutlu, sosyal medyada herkes zengin, sosyal medyada herkesin hali perişan.

Gerçek hayatta ise durum çok daha başka.

Neyi hikâye edeceğimiz belli değil, hangi öyküyü öreceğiz, hangi olayı masala konu edeceğiz, hangi aşkı şiire dökeceğiz, hangi sevdalara şarkı yazacağız belli değil. Herkesin ‘aşkım’ı var, severken de, kızarken de, bağırırken de, söverken de salt ‘aşkım’ınsabit kaldığı yavan ilişkiler.Tıpkı telefonda ‘aşkım’ kaydının sayısı kadar anlamsız.

Hep bir yalan hep bir dalavere hep bir yaranma kaygısı hep bir karşı çıkma merakı hep bir yandaş olma sevdası…

Hikâyeler böyle yazılmazdı, iyi bilirim. Önce eski dünyaya gitmek, sonra eline kalemi eline almak gerekir.

Ya da yine –hep yaptığımız gibi- hayal gücümüzü çalıştırmalıyız, teknolojiden tümden soyutlanarak…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi

Mantı

12 Ağustos 2024 Pazartesi 16:20