Naif Karabatak
Yaşadığın Şehri Tanıyabilmek…
Yaşadığı şehri bilmeyen o kadar çok insan var ki, gerçek bir istatistiki veri elimizde olsa şaşırır kalırız. Bunun elbet sebepleri çok ama bir de sebepsiz olanı var. Neden olduğu bir türlü anlaşılamayanı.
Bir kentte yaşamak, o kenti tanımakla başlar.
İçinde doğduğun bir şehirse, çocukluğunun geçtiği, ilk gençlik, gençlik ve ömrünün en güzel yıllarının geçtiği, en güzel anılarının bulunduğu bir şehirse, o şehri tanıdığını sanırsın.
Gerçekten sanırsın ama tanımak, farklıdır.
Küçük bir şehirde doğup büyüdüm. Küçük olmasına rağmen, “önemli yerlerini görmeyen” binlerce insan vardır. (Belki de abartı olur diye on binlerce/yüz binlerce demekten imtina ettim.)
İstanbul’da “Denizi görmeyen insanlar var” denildiğinde bu bana çok garip gelmedi.
Küçük bir şehirde, önemli yerleri görmeyen, bilmeyen, tanımayan, hakkında bilgi sahibi olmayan insanların olması nasıl garipsenmiyorsa, İstanbul’da denizi görmeyenlerin olması da garipsenmemeli.
Ama sadece bir şehrin denizini değil, şehrin en önemli yerlerini, tarihi eserlerini, kültürel varlıklarını, lezzetlerini, geleneklerini, göreneklerini, farklı adetlerini, kültürünü, değer yargılarını, şivesini, hatta hava durumunu, bitki örtüsünü, önemli sanat çalışmalarını, sanatkarlarını, dikkate değer meslek kollarını, ekonomisini, eğitimini.. bir rehber gibi, hatta bir rehberden çok daha öte bir derecede bilmek gerektiğine inanan birisiyim.
Şehirde yaşamak, o şehrin ruhuna vakıf olmayı gerektirmeli.
Sadece şehir değil elbet, köy-kent fark etmez; İnsan yaşadığı yer hakkında çok detaylı bilgi edinerek, edindiği bilgilerle görerek ve gördüklerini de bir başkasına veya başkalarına anlatarak, yazarak, resimleyerek, fotoğraflayarak aktarabilmelidir.
Hele en kötüsü buna ekonomik sebeplerin neden olmasıdır.
İşte burada devreye yerel yönetici ve STK’lar girmeli.
Ekonomik kaygısı olmayan insanlar şehrini tanımaya teşvik edilmeli, ekonomik kaygısı olan insanlarımızın ise şehri tanımaları sağlanmalıdır.
Yerel idarecilerin, sivil toplum kuruluşlarının, eğitim kurumlarının ve bazen de farklı oluşumların düzenlediği gezi, yaptıkları yarışma veya verdikleri hediyelerin “bir başka şehri gezdirmek” olduğunu görünce doğrusu şaşırıyorum.
İnsan önce yaşadığı yeri tanımalı; camilerini, kiliselerini, hanlarını, hamamlarını, köprülerini, doğal kaynaklarını, gizemli tarihi eserlerini, yapılarını, ürünlerini ve ürünlerden elde edilenleri, sanatını, meslekleri.. bütün bunları farazi olarak veya üstün körü değil, bire bir görmeli, uygulamalı, bilgi edinmelidir ve en önemlisi şehrin tarihini ve önemli detaylarıyla önemli isimleri hakkında malumat sahibi olmalıdır.
Yerel yöneticilerin, sivil toplum kuruluşlarının veya herhangi bir yarışmanın “ödülü” olarak verilen gezi, kendi şehrine, kendi ruhuna, kendi içine, kendi derinliklerine yönelik olmalıdır diye düşünüyorum.
Tanımaya tanımaya yabancılaşıyoruz.
Bir birimizi tanımıyor, yabancılaşıyoruz.
Aramıza mesafeler giriyor, bazen aşılmayacak engeller, kale gibi kapılar, duvar gibi suratlarla karşılaşıyoruz.
Sonra kendi insanımızı tanımıyoruz; geleneğini bilmiyor, göreneğinin farkında değiliz, adet ve ananelerinin nasıl olduğunu bilmiyoruz.
Onun için neyin önemli olduğunu, neyin önemsiz olduğunun farkında değiliz.
Hatta insanların neye sevineceğini, neye üzüleceğini bile bilmiyoruz.
Sonra şehrimizi tanımıyoruz.
Dışarıdan bir misafirimiz gelse; ilk yapılacakları da bilmeyiz, son yapılacakları da.
Bizim için rutin olanların, bir başkası için ilgi çekici olacağının farkına varmamız gerekiyor.
Önce bizim için ilgi çekici olmalı.
Şehir bizi çekmeli, şehirle özdeşleşmeliyiz.
Eğer bu deve güdülecekse orada yaşamayı bilmeli, bu diyardan gidilecekse de hiç vakit kaybetmemeliyiz.
Ama gitsek de, kalsak da, iki arada bir derede kalsak da, kendi şehrimizle ilgili her şeyi bilmek, bizim için önemli bir kazançtır. Sadece kendi şehrimiz değil, yaşadığımız ve gördüğümüz tüm şehirler de de durum aynı olmalı, işe tanımakla başlamalıyız.
Bu kazanç, cebimize koyup, cüzdanımızda saklayacağımız bir kazanç değil, bilgi dağarcığımıza ekleyeceğimiz ve daha da güzelleştirebileceğimiz bilgilerle donanmaktır.
İşin en garip tarafı ise, şehri tanımayan insanların önemli görevlere geliyor olmasıdır.
Çocukluğunu geçirmediği, hiçbir anısının olmadığı şehri yönetmeye talip olanlar, hiçbir şeyine de saygı duymayı bilmiyor, koruması gerekenleri koruyamıyor, dikkat etmesi gerekenlerin farkına varmıyor ve en kötüsü insanını tanımıyor.
Belki de o nedenle, yarınımızı yönetecek olan çocuklarımızın, yaşadıkları yerden başlamak üzere şehrini ve şehirleri ve orada yaşayan insanları tanımasını sağlamalıyız.
Önce şehrimizden başlayalım, sonra ne şehirler var, ne şehirler…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.