Naif Karabatak
Nelerimizi Kaybettik, Nelerimizi…
Her konuşması, her davranışı ve her bakışı, karşısındaki insana verdiği değeri yansıtan Osmanlı’dan bugüne nelerimizi kaybettiğimizi düşündüm de, utandım!
600 yılı aşkın bir süre hüküm süren Osmanlı İmparatorluğunu önüne gelen farklı şekillerde eleştirir. Hatta bazen bu eleştirinin dozunu arttırarak, kendi geçmişine sövme derecesine gelenler olur.
Osmanlı’da saray yönetimi bu yazının konusu olmadığından, insani ilişkilerine bakıp, günümüzü değerlendirmekte fayda var.
Belki de o zaman, nelerimizi kaybettiğimizi görür, hasletlerimizi hatırlayabiliriz.
Osmanlı dönemindeki nezaket, zarafet ve letafet, bütün dünyaya örnekti.
Öyle ki, insanlar bir birilerine hitap ederken, hitap şekliyle muhatabına verdiği önemin en doruk noktasını yansıtırdı ve bundan hiç kimse şikâyetçi olmazdı.
Kızdığında dahi “istirham ederim efendim” diye muhatabının yanlışını düzelttirmeye çalışırdı.
Sadece konuşma değil, her hal ve her hareketin bir manası vardı ve her zaman derdini, sevincini, kaygını kelimelere dökmez, herkesin malum olduğu tavır, davranış ve sembollerle anlatırlardı.
Kapı tokmağı buna en güzel örnektir.
Osmanlı’da kapının tokmağı ikili veya üçlü olurdu.
Üst üste dizlen tokmağın en üstteki “tok” bir ses çıkarırdı ki, bu gelenin erkek ve büyük birisi olduğunu gösterirdi.
İkincisi daha tiz bir ses çıkarırdı ve bu da gelenin kadın olduğunu gösterirdi.
Üçüncüsü ve en aşağıdaki ise çocuklar içindi ve bunun sesi daha hafifti.
Böylece kadınların yaşam alanı olarak gördükleri avlularında tokmağın sesine göre kendilerine çeki düzen verirlerdi.
Belki de pencere kenarına konan çiçek de farklı bir semboldü.
Eğer pencere kenarında çiçek varsa o evde hasta var demekti. Bütün sokak satıcıları, çiçeği gördüğü anda bağrışını keser, yoldan geçenler konuşmanın dozunu düşürürlerdi.
Ve tabii ki, evde yaşayanları tanıyanlar da “geçmiş olsun”a gitmeleri gerektiğini bilirlerdi.
Osmanlı’da giyim kuşam, bugün olduğundan daha şık, daha zarif, daha sadeydi.
İnsanların giyimi, hem kendisine, hem insanlara olan saygısını yansıtır, misafirliklerde, mabetlerde daha ayrı bir önem gösterilirdi.
Konuşurken ve tartışırken kelimeler özenle seçilir, muhatabı incitecek, yanlış anlamasına sebep olacak, üzecek tek kelime bile kullanılmazdı. Sürekli karşısındaki kişiyi onure edecek hitap şekli seçilir ve sürekli ne kadar önem verdiğini muhatabına belli ederdi.
Konuşanın sözü kesilmez, bir kişi konuşur, diğerleri dinlerdi. Gıybet etmek, laf taşımak, bir başkasını karalamak görülmezdi.
Eşler arası diyalogda bir başkaydı.
Sevgililer, nişanlılar ve evlilerin bir birlerine hitabında o kadar bir letafet vardı ki, sadece o hitap bile yüreğin yağının erimesine yeterdi. (Karım ve Hanım kelimesi sadece bir hitap değil, eşe verdiği önemi gösterirdi. Hikâyesini bilenler, bilmeyenlere anlatsın:) )
Bugün bir birini deli gibi sevdiğini söyleyenlerin bile aklının ucundan geçmeyecek hitap şekilleri, serenatları vardı.
Nelerimizi kaybettik diye hayıflanacağımız sadece bunlar değil, oturma, kalkma, yürüme belli bir nezaket ve belli bir vakar içindeydi.
Tebessüm etmek, selamlamak, uğurlamak, ağırlamak.. hepsi nezaketi içerisinde ve muhatabına verdiği değeri açıkça gösterecek şekildeydi.
Yaşlılar, çocuklar, kadınlar, engelliler ve muhtaçlara nezaket bir başkaydı.
Bir iyilik edip, bin defa reklam etmek yoktu.
Mesela sadaka taşı vardı, geçerken içine para atılır, muhtaç olansa sadece ihtiyacı kadar alırdı. Ne kimse vereni bilirdi, ne de alanı.
Bazen bir bakkal dükkânına girilir ve borç defteri istenirdi; şu kadar sayfayı ben ödüyorum veya bütün bir defteri ödüyorum diye mahallelinin borçlarını sıfırlayanlara rastlanırdı.
Kim ödemiş, kimin borcunu ödemiş belli değildi.
Sokaklar temizdi, herkes kendi evinin önünü süpürürdü.
Sokaklarda gürültü patırtı olmaz, hele küfür hiç duyulmazdı.
Sadece insanlara değil, hayvanlara da aynı müşfiklikle yaklaşılırdı.
Dağdaki, ormandaki vahşi hayvanları besleyen vakıflar ve bu vakıflarda görevli olanlar vardı.
O günü görüp, o günü okuyup, o günü anlattığımızda nelerimizi kaybettiğimizi görüp, üzülüyoruz.
Şimdi bakıyoruz da, daha ağzımızdan çıkan bitmeden, kalemimizden dökülenin mürekkebi kurumadan karşı çıkışlar, hakaretler, küfürler gırla gidiyor.
Kim, neye karşı anlayamıyorsunuz, hangi fikri taşıdığını, size neden karşı olduğunu, neden galiz küfürleri ağzından düşürmediğini bir türlü çözemiyorsunuz.
Fikir üretemediğinde, eğitimi yetmediğinde, bilgi ve becerisi kâfi gelmediğinde küfrederek üstte çıkmaya çalışanlar, bağırdıkça haklı olduğunu sananlar var.
Kimsenin kimseye saygısı yok. Hiç kimse bir diğerinin hakkına, hukukuna özen göstermiyor.
Sevgilileri, eşleri, dostları, arkadaşları ve ilişki kurduğu herkesi bir birine bağlayan derin bir muhabbet yok, menfaat var. Menfaatin çeliştiği yerde, çirkin yüzünü gösterme var. O güne kadar yaşananlara bir anda çizgi çekenler var.
Siyaset, toplumu kutuplaştırmış; ya haksın ya batıl…
Cemaatler toplumu kutuplaştırmış ya cennetliksin ya cehennemlik.
Dernekler, vakıflar, odalar, her türlü oluşumlar da böyle; ya bizdensin ya değilsin…
Göz göze gelen insanların yüreğini gördüğü zaman çoktan geçmiş, herkesin gözbebeğinde paranın kurları gözüküyor, menfaatin izleri saklı, nefretin ve öfkenin derin izleri var.
Ve biz, bu topluma ne olduğunu, nelerimizi kaybettiğimizi sorgulayıp, duruyoruz.
Bazen muhabbeti kaybettiğimizi, bazen sevgi eksikliği olduğunu, bazen güven sorunu bulunduğunu falan filan sayıyoruz ama aslında insanlığımızı gittikçe daha çok kaybediyoruz…
Tweetimden seçmeler
Bir birinizle uğraşmayı bıraktığınız gün, kendinizle uğraşmaya başlayabilirsiniz...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.