Mustafa OKUMUŞ
Zaman
Zaman “daha önce olan ve bundan sonra olacak olayların ardışıklığının düşüncemizde yarattığı başı, sonu bilinmeyen soyut kavram.” Böyle tanımlıyor sözlük zamanı. Bu da onun,mutlak ezelin ve mutlak sonsuzluğun adı olduğunu göstermez mi?
Onu bir takım ayrıntılarla ifade eder, birimler olarak kullanırız. Saliseden (....) yıla, asra ve çağa kadar uzanan onca ayrıntılar bunlar. Onu, astronomik boyutu ile değil, yaşamsal içeriği ile algılamayla sınırlı tutmak istiyorum.
Zaman durgun akan bir su, ele-avuca sığmayan bir değer, hep akıp gider ya da biz öyle sanırız. Gerçekte akıp-giden biziz, onun akağında, öğütülüp-ufalanan biziz, onun çarkında.
Belki de insanoğlu kendi yaşamını düzenlemek, ölçmek için böylesine bir değer oluşturmuştur. Ayrıca zamanı öznellikten kurtarmak için ölçülerle nesnelleştirmişiz onu.
Zaman kavramını nesnelleştirip, bir ölçü olarak kullanmasaydık, yaşamı nereye koyacaktık? Yaşam basamaklarını nasıl adlandıracaktık? Uygarlığı ve birikimlerini nasıl tasnif edip, yerli yerine oturtacaktık? Geçmişi nasıl öğrenecektik? Geleceğe nasıl umut bağlayacak,nasıl hayaller kuracaktık? Geçmiş biraz da geleceğin aynasına yansıyan bir görüntü değil mi? Rüyalarda kalan bir geçmiş, hayallere yüklenen bir gelecek, zamanın aynasında puslu görüntüler değil mi? Oysa, gerçek olan zaman bu gündür. Bu günü yarına ertelemek, zamanın acımasızlığına tutsak olmak anlamına gelmez mi? Çünkü, yarının ne getirip, götüreceğini bilemeyiz ki.
Aslında zaman dediğimiz ne ki yaşamda? Doğa tüm değişimini birkaç boyutta tamamlayıverir. Bir günü düşünelim: Güneşin doğuşu ve batışı, kimi yerde dağların doruğundan doğar, ovada, denizde batar. Kimi yerde bunun tam tersi olur. Nereden bakarsak bakalım, bir göz aldanışı. Sonra gece gündüz, ay ve yıldızlar, ya da bulutlar, yağmur, kar. Gerisi, hep kısır bir döngünün tekrarı. Bir de yıl var. İlginç değişimlerini dört mevsimde tamamlar. Ondan sonrası, tekrarlanan mevsimlere yüklenen umutlar. Aslında nesnelliği olmayan bu kavram,özde bir aldanış gibi geliyor bana.
Bu değere bir de faydacı açıdan baktığımızda, şöyle düşünebiliriz: Akan zamanı durdurmak, ya da geriye çevirip, bir kez daha yaşama olanağımız yoktur. Bizim istencimizin dışında kalan bir değerdir o. Bize düşen, zamana egemen olmak değil, ondan olduğunca yararlanmaktır. Bunu başardığımız, getirdiği olanak ve fırsatları iyi değerlendirdiğimiz ölçüde yaşamamızı kolaylaştırır ve uzatabiliriz, ne dersiniz?
Sağlıklı, anlamlı ve verimli bir ömür sürmemiz geniş anlamda, zamanı iyi kullanmamıza bağlıdır, bence. Ne var ki, bu gerçeği belli bir yaştan sonra algılamaya başlarız. Bir başka deyişle, bunu zaman öğretir bize. Ama dönüşü olmayan bir zaman harcayarak ve de bir bedel ödeyerek. Bana göre yaşamla barışık yaşayamayanlar, sonunda yenik düşerler zamana. O açtığı yaraları ancak onunla barışık yaşayabildiğimizde kapatır değil mi?
Öyleyse, zamanla hoş geçinmek, onu sevdiklerimizle ya da dostlarımızla bölüşüp, üretimde kullanarak yavaşlatmamız gerekmez mi?
Bileğimizin kelepçesi şu zaman ölçerler, hep ileriye çalışırlar. Biz onunla zamanı tükettiğimizi sanırız. Oysa, onun bizi tükettiğini anladığımızda çok geç kaldığımızın bilincine varırız. Hani “Vakit nakittir, derler ya, o nakiti gelişigüzel, yersiz, amaçsız harcadığımızda hemen züğürtleşiriz değil mi?
Zaman tüm evrene egemen bir güçtür. Her şey onun çarkında şekillenir, ufalanır, yok olur. İnsanoğlu bu kısır döngüde çarkın dişlilerinde aşınır, eskir. Bu gerçeği görmezlikten geliriz de, sürekli beklentilerin peşinde koşar-dururuz, koşabildiğimizce. Oysa, zaman vefasız ve acımasızdır. Zamana karşı verdiğimiz her savaşın değişmez galibi odur. Zamanla savaşı, en uzun sürdürenler, yaşamı paylaşanlardır, bence.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.