Naif Karabatak
Doktor mu, bir şehir efsanesi mi?
Doktora gitsem kesin yaşlılıktan diyecek ve ben de “Eee benim sağ dizimde aynı yaşta ama o ağrımıyor” diyeceğim ve sonra bu soğuk esprime birlikte gülecek, verdiği reçeteyi alıp, eczacımızın insafına emanet edeceğiz ve sonra yine dizim ağrımaya devam edecek…
Ama bu defa öyle olmayacak gibi…
Sıkı durun, bütün dizi ağrıyanlara, sırtı kaşınanlara, güneşe çıkıp ter ter terleyen, tir tir titreyenlere şifayla geliyorum…
Geçen gün, Sabah Namazından sonra Miraç Camisine gelir olsun diye açılan çay ocağında komşumla hem sabah çayını yudumluyoruz hem de muhabbet ediyoruz ama o, illa da sözü, şehir efsanelerine, doktorların doktoruna getirmekte kararlı.
Nasıl olduysa sol dizimi sağ avucumla ovaladım. Sol dizimi, sol avucumla da ovabilirdim ama o an, öyle denk geldi demek ki…
Komşum, “ne oldu?” diye sordu, ben de söyledim.
Aman söylemez olaydım…
Komşum konuşmayı sever, sevmesine ama konuşması da dinlenir. Öyle ballandıra ballandıra anlatır ki, dinlememek, dikkat kesilmemek elde değil.
Ben de öyle yaptım. Pür dikkat dinledim, arada bir de çayımı yudumlamayı unutmadım. Ee çaya para veriyoruz, son damlasına kadar da içmek şarttır!
Bundan sonrasını komşuma bırakıyorum ve ben bir kenara çekilerek, çayımı yudumlamayı ve bu yazıyı okuyanları seyre dalıyorum. Aman boğulmayayım da…
***
Komşum, günlerden bir gün, zamanlardan bir zaman, yerlerden bir yere seyahat halindeyken bir sahil kasabası da denecek bir ilçede konaklamış.Eşi ve çocuklarını pansiyona yerleştirdikten sonra şehri tanımak, insanlarıyla hasbihal etmek, ekonomisini, geçim kaynaklarını, topoğrafyasını, coğrafyasını, sosyal bilgilerini, fizik ve kimyasını, yazları sıcak ve kurak, kışları ılıman olup olmadığını öğrenmek için dalıvermiş bir çay ocağına…
Kulak misafiri olmuş konuşulanlara. Bazen yatıya kalmış dikkat çekici sözlere ve sonra en çok konuşulanın her derde deva olan Aydın hocada takılı kalmış…
Bir merak etmiş, bir merak etmiş ki, ağrıyan dizlerine bakarak. İnanmamış tabii. Bir şehir efsanesi demiş, bir destan, bir dedikodu, konuşma arasına yerleştirilmiş subliminal mesajlarla dolu, reklam ağırlıklı..demiş de demiş ama inanmamış. Bir yandan dizi ağrıyor, bir yandan doktorun namını, kartvizitindeki unvanını, bilgisini, becerisini, gizli yeteneklerini dinleyip duruyormuş.
Daha fazla dayanamamış ve “Kim yahu bu Aydın hoca” diye hiddetle ayağa kalkmış, sonra yaptığının ayıp olduğunu anlayıp, fıss diye yeniden yerine oturmuş…
Anlatmışlar…
Aile hekimiymiş…
Ama öyle böyle değil, şöyle böyle de değil, tarif edilemeyecek kadar farklı, olağandışı bir doktormuş. Belki de gizli güçleri, ötelerden dostu, arkadaşı, sırdaşı bile varmış. Yanına gittiğinizde derdinizi şıp diye anlar, şak diye reçeteyi yazar, şuk diye sizi yolcu edermiş…
Benim derdimi de şıp diye anlasın diye düşünerek, Aile Hekimliğinin yolunu tutmuş, bir türlü bırakmamış. Sonra polisler gelip, yolu serbest bırakmış.
Neyse lafı kaynatmayalım…
Aile hekimliğine giden komşum, kaydını “misafir sanatçı”, pardon “misafir hasta”, bu da olmadı, “meraklı hasta” diye yaptırmış.
Kapıda beklemiş. Yani kapının üstüne değil, kapının tam karşısındaki koltuğa kurularak, hastaları incelemiş, açık kapıdan doktorun hastalarla diyaloguna kulak misafiri olmuş, adeta yatıya kalır gibi de dikkat kesilmiş.
Doktor 65 yaşlarına, 1,68 boylarında (boyunu bile ölçmüş sanki), kır saçlı, kır bıyıklı, soluk benizli, ruhsatı alınmış göbekli, klasik bir Türk erkeğiymiş. Özel hiçbir yanı yokmuş. Doktora benzer yanı da yokmuş. Doktora benzemek nasıl olur onu da bilmiyormuş. Doktora benzememek nasıl olur, ondan da emin değilmiş. (Zaten komşumun adı da Emin değildi!) Daha çok filmlerde, dizilerde hastabakıcının doktorculuk oynadığı tiplemelere benziyormuş ama doktormuş işte. Bir şehir efsanesi de olsa, bir deha da olsa doktormuş.
Hastalarla diyalogu da ilginçmiş, tavrı ve davranışı da. Kapalı mekânlarda sigara içmek yasak olduğu için açık mekânda da muayene ve tedaviye devam edemeyeceği için, yasal boşluktan yararlanan doktorumuz, elektronik sigarasından bir fırt aldıktan sonra, “Bu haptan sadece iki kez alacaksın, üç değil. Dikkat et, sadece iki” diye sıkı sıkı tembih ediyormuş. Diğerine bu merhemi sür, iyice ovala, hatta bir tokaç al, tokaçla bile diyecek sanmış.
Hastalardan birisi elinde reçeteyle odaya bir dalmış ve doktora, “Aydın hoca Aydın hoca, bu ilacı SGK karşılamıyormuş, şu kadar para istediler.” deyince doktor hiç istifini bozmadan, “bir yemek olmuş kaç TL, ilacın fiyatının TL’si mi olur?” diyerek, adama şükretmeyi de öğretmiş, bütün ilaç firmalarının koltuğunu da kabartmış.
Ve sıra komşuma gelmiş…
Komşum içeriye merakla ve biraz da istemeyerek girmiş. Doktor “neyin var” dememiş, “neyi olduğunu” söylemesini sabırla beklemiş ve komşum mecburen dizini göstererek, “Doktor bey dizim çok ağrıyor. Gitmediğim doktor, rehabilite olmadığım fizyoterapist kalmadı” diye uzun uzadıya anlatacakmış ki, doktor kısa kestirerek ve ne zaman reçeteyi yazdığını bile hissettirmeyerek, “Bu hapın birisini sabah, birisini akşam kullanacaksın. Akşam olanı sabah, sabah olanı akşam kullanma. Bu merhem ile diğer merhemi karıştır, ovala ve dizinin ağrıyan yerine iyice sür. Bir şeyciğin kalmaz” demiş.
Komşum inanmamış ama reçeteyi uygulamaya da karar vermiş ve olan olmuş, ne ağrı var ne sızı…
***
Erinmedim, yüksünmedim, bıkmadım, usanmadım, zoru görünce kaçmadım, kolaya sarılmadım ve ilk fırsatta o ilçeye ve o doktora gittim.
O gün bugün, diğer gün, gelecek gün ne diz ağrısı var ne sızısı. Merdivenleri zıplaya zıplaya iniyor, koşa koşa çıkıyorum. Bir anda ben değilse de dizlerim yirmi yaş gençleşti.
Şimdi diyeceksiniz o ilçe neresi, o doktorun gerçek adı ne, o ilaçların prospektüsünden bahsetsene…
Pışıkkk, hepsini unuttum…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.