Mustafa OKUMUŞ
Yaşlılık Bir Kazanım mı?
Yaşam, yüce bir dağa tırmanış mı diye düşündüğüm olur kimi zaman. Tırmandıkça yükselir, yükseldikçe ufku genişler, insanın. Her başarı, güç ve güven tazeler, yeni hedefler kor önümüze. Ayrıca kendimizi tanıma, sorgulama erkimizi de geliştirir.
Biteviye tırmananların, bir noktada gücü ve soluğu kesilir. Belki de bulundukları konumlarını koruyamazlar. Ufak bir sendeleme, hızlı bir düşüşü getirir, beraberinde. Kısa zamanda alınan yol, tersine bir düşüşle sıfırlanabilir. Bu nedenle doruğun yokuşunda çok fire verir tırmananlar. Doruğa ulaşmak, bana göre en önemli yaşam kazanımıdır. Buna yaşlılık da diyebiliriz.
Burada tırmanmanın yöntemi öne çıkar. Her ulaşılan nokta bir toparlanma, tutunma yeri olmalıdır. Sürekli ve hızlı tırmanış hız, güç keser, risk taşır değil mi? Öyleyse, soluklana soluklana, her seferinde gücünüzü tazelemek gerekmez mi? Her gelinen konumu algılamağa zaman ayırmak, yeni hedefleri programlamak başarının, güvenin şansını artırır kuşkusuz. İnsan böylece ulaşır, yaşlılık konumuna.
Çoğu kişi yaşlılıktan yakınır. İleri yaşta insanların sorumlulukları azalırken, genelde sağlık sorunları artar. Bu da doğaldır. Doğal olmayan, yaşlı bedende genç beden özlemidir. Oysa, onda genç kalmış bir ruh yaşatmak daha gerçekçi olmaz mı? Her şey ilk gençlik yıllarında olduğu gibi fonksiyonel olmaz belki. Ama beyne yaşlılık tohumu ekenler de olsa olsa, yaşlılığı hızlandırırlar.
Her yaşın kendine özgü güzellikleri de riskleri de vardır. Risk var diye, kim yaşama hakkını kullanmamış ki? Yaşlılığı yakalamanın bir ayrıcalık olduğunu düşünebilsek, nicelerinin baharında yaşamlarını yitirdiklerini bir anımsayabilsek, yaşlılığın bir şans olduğunu anlamakta geç kalmaz, yaşlılığı gözlük, baston problemi olarak, algılama yanlışlığına da düşmezdik sanırım.
Çalışmak üretimdir. İnsan çalıştığı, ürettiği sürece genç kalır. Gençlik bir ölçüde ruhun aktiviteden düşmemesidir, bence. Kırkında yaşlandığını, ellisinde ayağının çukura erdiğini düşünen kişi, beyniyle yaşlanmıştır, vaktinden çok önce... Çok yaşlı bir kişinin, “ Tanrım; verdiğin ömür çok güzeldi, teşekkür ederim, üstü sende kalsın” sözü, yaşamı ve ölümü nedenli doğal algıladığını göstermez mi?
Yaşlanmış nice kişiler, kendi neslinden üç-dört kuşakla yaşamı paylaşma olanağını yakalarlar. Bu az şey mi? Bunu gözardı eden çoğu yaşlı kişiler, yaşam için: “Yaşımı yaşadım, dişimi dişedim. Unumu eledim, eleğimi duvara astım. Artık benden ne köy olur, ne de kasaba” gibi amaçsız, güvensiz, karamsar bir tablo çizerler. Artık hiçbir işe yaramayacaklarını, bir de başkalarına yük olacaklarını düşünürler. Bernard Şhaw, bakınız ne diyor: “ Bir isteğim olduğu sürece, yaşamak için nedenim vardır. Kesin tatmin ölümdür.”
Öyleyse, yaşlılık bir umutsuzluk, yaşamdan kopuş olmamalıdır. Bezginlik, acı, hastalık ve de mutsuzluk yaşlılıkla gelmemiş ki dünyaya. Onlar her yaşta vardır, değil mi? Aksine yaşlılık, yaşam labaratuvarında deneme, uygulama sonu bilgi depolama anlamına da gelmez mi?
Bir asra yakın ömür süren nice kişiler tanırım. Kaç kuşağı içine alan zaman dilimlerinin, onlara kazandırdığı bilgeliği yok saymaları doğru mu? Oysa, yaşlılığın da açığa çıkmayı bekleyen birçok yanları ve değerleri vardır. Çevre, dönüşü olmayan o zaman dilimlerinin ürünlerinden yararlanmak ister. Çünkü geleceğin, geçmişi yeniden yaşama olanağı ve hakkı yoktur. Ne demiş atalar: “ Bal eski petekte bulunur.”
Bu nedenlerle yaşlılar geçmişten geleceğe köprüdürler. O köprü, nedenli işlevini yerine getirirse, o denli görevini yapmış olmanın kıvancını ve onurunu duyar. Bu da onların erken yaşlılığını önler elbette.
Yaşlılık bir nimettir. Yeter ki, onu iyi değerlendirelim, sağlıklı kullanalım. Gönül gözümüzü açık, sevgimizi diri tutalım. Bakarsınız kimi insanlar, bedenden önce ruhen yaşlanırlar. Kendilerini üretimden, yaşamın nimetlerinden koparırlar. Ne kötü değil mi? Oysa çalışmak, üretmek, paylaşmak ruhun da bedenin de kalayıdır. Genç kalmanın, genç düşünmenin sırrı burada yatar, kanımca.
Bedensel işlevi zayıflayan bir insan, ne üretebilir, ne paylaşabilir demeyiniz. Ruhsal ya da beyinsel ağırlıklı oyalantılar bulabilir kendine. Örneğin: Kafeste kuş, akvaryumda balık besleyebilir. Çiçek yetiştirebilir. Resim yapar. Oya dantel işleyebilir (kadın) Kitap okuyabilir. Ya da yazın türünün herhangi bir dalında düşünce duygu ve birikimlerini, yazıya dökebilirler. Sosyal etkinliği olan bir hayır kurumunda görev alabilir. Tüm bu uğraşlar, insanı boşluğa düşmekten kurtarır, yaşlılığı yavaşlatır, diye düşünüyorum.
Yaşlılıkta ölüm korkusu, ölümü önlemez, aksine ona davetiye çıkarır. Ölümü bekleme yerine, yaşama bağlanma daha yararlı bir yaklaşım olmaz mı? Bırakınız o çağrısız konuk, dilediği zaman gelsin. Prentice Mulford’a göre: “Bir şeyden sürekli olarak korkan kimse, korkusunun izini yüzünde taşır. Yaşlılığın geleceğini, mutlaka geleceğini, belinizin büküleceğini düşünüyorsanız, o gelmiş demektir.’’
Margaret Delan’da: “Bencillik, hoşgörüsüzlük, hareketsizlik yaşlılığın üç dostu, sevgi, hoşgörü geleceği düşünerek hareket etmekse, üç düşmanıdır.’’ diyor.
Yaşlılıktan yakınma ya da korku, onun gerçeğini değiştirmez ki. En iyisi onu doğasınca yaşamaktır. Yaşlılık çoğu zaman ruhsal çöküntünün bedene yansımasıdır. O nedenle her yaşta ruh gençliği önemlidir, bence. Ayrıca yaşlılık göreceli olan bir kavramdır. Kimi çok erken hisseder bunu,. kimileri de ileri yaşlarda bile onu yaklaştırmazlar, yanlarına.
Yaşlılara, en çok da kendilerini yaşlı hissedenlere, bir önerim var: Geliniz yaşlılığın dostlarıyla değil, düşmanlarıyla uzlaşalım, onlarla barışık yaşayalım. Ne dersiniz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.