Ah Platon ah, kalk da gör!

Platon’un “Devlet” kitabını okuyanlar, kendi halinde yaşayan inanların bir yönetime neden ihtiyaç duyduklarını ve bu sürecin nasıl sorunsuz sürdürüleceğini, karşılaşılacak sıkıntıların da nasıl izale edileceğini adım adım, bütün detaylarıyla ve müthiş bir fikir jimnastiğiyle çözdüklerini iyi bilirler.

Bilmekle uygulamayı görmek her zaman aynı olmaz.Zira,Platon’dan önce de, sonra da kurulan devlet tipi yapılanmalar, hükmedenlerin keyfi tutumunun cezasını çekmişlerdir.Çok basite indirgeyerek anlatmak gerekirse belki şöyle anlatılabilir…

Bir ülkede yaşayan insanlar, başıboşluğun giderilmesi, güven içinde yaşamaları ve kendi temsilcilerinin oluşturularak sorunları kısa yoldan çözülmesi adına bir devlet kurmaya niyetlenirler…

Çünkü ülkenin gerçek sahibi kendileridir…

Devlet, onlara hizmet etmek için oluşturulacaktır.

Devlette görev alacaklarsa, halkın refah ve mutluluğu için çalışacak, onların güvenli ve huzurlu bir ülkede yaşamalarını temin edecek, bunun için her türlü önlemi alacaktır.

Yine söylüyorum, ülkenin asıl sahibi halktır ve devlet, sadece halka hizmet eden bir yapının adıdır.

Bunun gelişmiş şeklinde ise nasıl yönetileceği vardır…

Yani bu cumhuriyet mi olacak, başka bir şey mi, demokrasi nasıl işleyecek gibi…

Zaten ülkenin gerçek sahipleri “diktatörlük olsun, bize zulmetsin, hep yöneticilerin borusu ötsün” diye bir yapılanmaya onay vermez. O nedenle demokrasi dışı yapılanmaları saymaya bile gerek yok.

Gel zaman, git zaman Platon’un arkadaşlarıyla birlikte kafalarını patlatarak, ortaya “bir devletin nasıl olabileceği” görüşü çıktı.

Bu görüşte, her türlü aykırı fikir ve onun çürütüldüğü karşıt fikirler vardı; Bugün yaşadığımız temel sorunlar da, ona karşı atılacak adımlar da…

Bu, İslam dininde de var.

Diğer birçok din veya ideolojilerde de…

İnsanlar, kendileri için bir yapı oluşturuyor ve bu yapı, onların rahat yaşamasını sağlıyor…

Böylece insanların kafası rahat olduğundan, başka işlerle uğraşabiliyorlar.

Ama uygulama ne yazık ki böyle değil.

Devlet, neredeyse tüm dünyada “milletin başına bela” olmuştur.

Özellikle gelişmemiş toplumlarda.

Onların güvenliğini sağlayacak olan ordu, maaşını halktan aldığı halde, darbeyle yönetimi ele geçirebiliyor.Ülkenin gerçek sahibi olan halka kurşun sıkabiliyor.Tankları üzerinden geçirebiliyor.Uçaklarından atılan bombalarla onları yok edebiliyor.

Yani ekmek yediği sofraya bıçak vuran hainler, ülkenin yönetimini ele geçirebiliyor.

Veya halkı hor gören idareciler bulunuyor.

Kendisinin gökten zembille indiğini sanan, kendisindeki cevherle, bütün halktan üstün olduğunu düşünen şizofrenlerin görevde olduğu acayip “yapılanmalar bütünü” haline geldi; Platon’un devleti…

Daha ilginci, kendisinin ülkenin sahibi olduğunu bilen vatandaşlar bile, devletin zulmünü hak görmeye başladı.

Türkiye bu açıdan önemli bir örnektir.

Daha Mısır, Suriye, Libya, Irak, İran, Çin, Afrika’nın birçok ülkesi veya Asya’daki diğer ülkeleri saymadan…

Henüz bir asrı doldurmayan bir cumhuriyet olan Türkiye’de, ordunun iktidara doğrudan veya dolaylı müdahalesinin çetelesini tutmayı bile bıraktık. Buna yapılan ama hayata geçirilmeyen darbe planlarını dâhil bile etmiyoruz.

Özellikle son birkaç yıldır “Arap Baharı” adıyla ortaya çıkan özgürlük arayışları, halkın “devlet” yapılanmasını algıladığını gösteriyordu.

Halk, “bu ülkenin gerçek sahibi benim” demeye başlıyordu.

Ancak ilginç olan, “devlet anlayışında” halk da farklı parçalara bölünmüştü.

Demokrasi anlayışı değişik insanlar türemişti; “halk kendi kendini yönetmeliydi ama bizim dediğimiz gibi…”

Sandık ortaya konmalıydı ama bizim fikrimiz iktidar olmazsa askeri müdahale şarttı…

Veya iktidar olanların aymazlığı…

Halk bize görev verdi, o zaman biz ne dersek o olur mantığı… 

Sorsan hepsi demokrattı elbet…

Hepsi demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğuna inanıyordu.

Cumhuriyeti, bir ayrıcalık olarak algılıyorlardı…

Bütün bu düşünceler, “kendi fikirlerinin iktidar olduğu” zamana göre şekillenmişti, başka fikirlerin iktidarına göre değil.

Oysa her şey çok basitti.

Devlet” dediğimiz, bir yapıydı sadece…

Orada görev yapanlarsa bu halkın kendisiydi.

Kendisi için ne istiyorsa, diğeri için de aynısını isteme konumunda olandı.

Dicle’nin kenarında bir kuzuyu kurt kapsa, hesabının kendinden sorulacağının farkına olanlardı…

Sorumluluğu ağır, kabul edilecek gibi bir görev değildi ya da tam benzetmeyle ateşten gömlek gibi bir görevdi.

Ama o gömleği, “hava atılacak gömlek” olarak algılayanlar çoğunlukta olduğundan, bir türlü istenildiği gibi olmuyordu…

Dünyanın dört bir yanında, insanlar, güdülen bir toplum olarak görülüyordu ve görevi alan herkes de, ülkenin gerçek sahibi olarak kendisini ve kendi anlayışını biliyordu.

Ordu ise her zaman Demokles’in kılıcı gibi “bak darbe yaparım ha!” tehdidi gibi sallanıp duruyordu.

Ah Platon ah, kalksan da bu demokrasi havarilerinin nasıl bir yapılanmaya taraf olduklarını görsen.

İyisi mi görme, yoksa üstünde kalan birkaç parça bezi de yırtar atarsın da ele güne rezil olursun…

Tweetimden Seçmeler

Çekip gitmek işin kolayı. Zor olanı, kalıp, düzeltmektir.

Eleştirmek işin en kolay olanıdır. Zor olanı, görev alıp, bunu başarmaktır.

www.naifkarabatak.net

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi

Mantı

12 Ağustos 2024 Pazartesi 16:20