Naif Karabatak
Bayrak ve Atatürk posteri yoksa asla!
Bütün toplumlarda halkın hangi olaya nasıl bir tepki verebileceği üzerine kafa yoran uzmanlar, üç aşağı beş yukarı vardıkları sonucun gerçeğe dönüştüğünü görürler. Aslında çok da uzman olmaya gerek var mı bilmiyorum. Kendi adıma, gündeme düşen olaylara halkın hangi kesiminin nasıl bir tepki vereceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyorum. Bunu bazıları “koyun gibi millet” diye özetlese de, “koyun gibi” diyenlerin koyunluğu da bir başka gündemde ortaya çıkıyor.
30 yıldır akan kanın durması için bir adım atıldı. Belki de sadece akan kan değildi durdurulmak istenen. Cumhuriyetin ilk kuruluşundan bu yana da halkın bir kesiminin hep “öteki” olduğu bir toplumda yaşıyorduk ve bu “ötekilik” devletin belirlediği, bunu da topluma yaymayı başardığı bir ötekileştirmeydi. Bunda farklı ırklar da vardı, inanç da, mezhep de, hatta kıyafet de, dil de, yaşam tarzı da…
Ülkemizde “vatandaş” olmanın ilk koşulu “kurala” uymaktı ama sadece yasalara değil, ondan önce kâğıda dökülmemiş kurallara sıkı sıkıya bağlılık esastı.
Mesela İstiklal Marşı’nın nerelerde ve hangi etkinliklerde okunacağı aslında belliydi ama apartman toplantısında bile İstiklal Marşı’nın okunması gerektiğine inandırılmıştık.
Bunun İstiklal Marşı’na saygı olduğunu ve onu ne kadar sevdiğimizi göstermenin bir yolu olduğuna bizi inandırdılar, soğutabileceği fikri üzerine hiç kafa yormadılar zaten öyle bir dertleri de hiç olmadı. Oysa esas olan bunu “yürekten” isteyerek okumaktı, “zorlamayla” veya “ne derler” diye değil.
Vatandaş dediğin yazılı olmayan kurala göre yaşayan dedik ya, bu o kadar da zor değildi aslında. Bir şey olman, bir şeyi yürekten sevmen ve bir şeye bağlılığının samimiyetini sorgulayan yoktu. İstediğin her suçu işleyebilirdin, istediğin yasayı çiğnemek serbestti, istediğin rüşveti yer, istediğinin hakkını söküp alırdın, darbe de yapar, işkence de ederdin.
Ama.. ama mutlaka her platformda “ülkeyi sevdiğini” söylemen gerekirdi. Ondan önce de zaten “Atatürkçü” olduğunu herkese duyurman, mümkünse yakana rozet takman yeterliydi. “Laiklik” senin için her şeyin önünde olmalıydı, lafta yani…
***
Bunla ilgili söylenecek çok şey var, sadece şu bilinmeli ki, bu sıraladıklarıma ne kadar eklerseniz ekleyin, “lafla peynir gemisinin yürümeyeceği” bilindiği gibi, memleketini sevmek, insanını sevmek, barış ve huzur istemek bunlarla mümkün değildir. Bir defa bu, kendi suçunu, bir başka kılıfla örtmekten öte bir şey değildir.
***
30 yıldır akan kanın durması için verilen çabaların sonuncusu İmralı görüşmeleriyle başlayan çözüm süreciydi. Belli kesimlerden belli tepkiler bekleniyordu elbet.
Hainlikle suçlayacaklardı, kendilerinin terör örgütü Silivri’de yargılandığı halde, “terörle pazarlık yapıldığı” iddia edilecekti. Tavizler verildiği söylenecekti. Ülkeyi sattığı, hatta ülkeyi terör örgütüne teslim ettiği bile iddia edilecekti. (Oysa zaten ülke terör örgütüne çoktandır teslim olmuş, yeni yeni elinden kurtulmaya başlamıştı.)
Ve derken barışın daha iyi anlatılması ve anlaşılması için Akil İnsanlar diye tanıtılan 63 kişilik, çeşitli dünya görüşüne, mesleğe ve sanata sahip insanlar ortaya çıktı. Sivillerdi bunlar; devletten de, hükümetten de bağımsız. Senin benim gibilerdi. Görevleriyse barışın gelmesine yürekten inandıkları için bunun nasıl bir şey olduğunu halka anlatmak, onların ne dediğini de hükümete aktarmaktı. Yani bildiğimiz Akil İnsan profiline uygun bir görevleri vardı.
Ama bazıları buna hazır değildi.
Önce Akil İnsanlar eleştirildi, nasıl bir şey bekleniyorsa…
Sonra Akil İnsanların toplantılarında ilginç diyaloglar ortaya çıkmaya başladı, bu da bekleniyordu…
Bazıları şöyle bir toplantı tahayyül ediyordu, dar kafalarına başkası sığmıyordu…
Herkes toplanacak, salona Türk bayrakları ve Atatürk posterleri asılacak, mümkünse balon ve süs kâğıtlarıyla her taraf süslenecek. Sonra açılış konuşması için birisi kürsüye gelecek. Önce Türk Büyükleri ve Gazi Mustafa Kemal’in hatırasına bir dakika saygı duruşunda bulunulacak ve “akabinde” açık alandaysa 41 pare de top atışı, değilse hemen fondan İstiklal Marşı okunacak, tüm salon en gür sesiyle eşlik edecek. Toplantının sonunda ise Onuncu Yıl Marşını coşkuyla okuyup, ayakta alkış tutulacak.
Arada Akil İnsanların ne dediği, vatandaşın tepkisinin ne olduğunun hiç önemi yoktur. Önemli olan “yazılı olmayan kurallara” sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermektir.
Şaka değil, Konya’da bu oldu…
Salonda Türk Bayrağı yoktur diye eleştirildi.
Sonra Atatürk posterleri neredeydi?
Olmalıydı ve sonrası hiç önemli değildi.
Bu aslında psikolojide sıkça duyduğunuz “Öğrenilmiş Çaresizlik Kuramı”ndan başka bir şey değildi.
Aksini düşünemezlerdi, İstiklal Marşı olmadan Apartman Toplantısı yapmanın vatan hainliği sayıldığına inanların yaşadığı bir ülkede, sivil bir istişare toplantısının, hem de 30 yıldır akan kanı durdurmaya dönük, ötelenen bir kesimle barış yaparken, esas olan bayrak ve Atatürk Posteridir, gerisi hikâyedir.
Aslında barış, insanların kendiyle barışmasıyla başlar ama bu o kadar kolay değil. Hele hele “ülkesini ve bayrağını” nasıl ve niçin sevdiğini bile bilmeyen, körü körüne “kul köle” olan önemli bir kesimin yaşadığı toplumlarda hiç kolay değil.
Twitimden seçmeler
Hepimiz, her sorun için onlarca çözüm üretme kabiliyetine sahibiz ama nedense uygulamaya geldiğinde kafamızdaki şablona uyduramıyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.