Naif Karabatak
BİR ZAMANLAR UTANIYORDUK
İlkokula giderken, Türkçe ve sosyal bilgiler kitabında, saçı örgülü, yüzü al al olmuş “çizgi” kıza karşı bir yakınlık duyardım. Benim gibi çoğunuzun da aynı sıcaklığı hissettiğinden eminim.
Bilmem, belki de o kız bize utanmayı öğretendi. Hani, insanın yüzü al al olurdu utanınca, alık sürmüş gibi kızarırdı. Hatırlıyor muyuz?
Erkek çocuk da olsa, kız çocuk da olsa yanında evlilik lafı edince kızarırdı yanaklarımız.
Ayıp bir şey söylemezdik, söylememizi ısrar eden büyüklere kızan büyüklerimiz de vardı.
Çocukluğumuzda televizyon yoktu, televizyon eve girdiğinde ise bazı haberler sansürlenirdi.
Bir sapığın yaptığı, tüm topluma veya tüm hemcinslerine mal edilmezdi.
Her suçlu, kendi suçunun cezasını çekmeli ve asla toplumun geri kalanı için “örnek” oluşturacak ya da “cazip” görülecek bir tarafı olmamalıydı.
Çocukları herkes çok severdi, yanaklarımızı ısırırlardı, canımızı acıtarak.
Saçlarımızla oynarlardı, kucağına alır havalara fırlatır, nefesimizi keserlerdi.
Ama hiç kimsenin aklına “şeytanın dahi aklına gelmeyecek” sapıklık gelmezdi, çocuğun istismar edileceğini bilmezdik, büyükler de bilmezdi.
Kadınlara şiddet o devirde de vardı.
Erkeklerin çoğu, kadınların gerektiğinde dövüleceğine inanarak büyümüş olmalıydı ki, evli çiftlerde dayak, günlük alışkanlıklardandı. Buna rağmen eşini koruyan, gözeten ve onu yürekten sevenler de vardı ve bunların hanesi daha hoştu…
Kadın, hanımdı, bayandı, karlı dağın tepesinin karıydı.
İster erkek çocuğu olsun ister kız çocuğunun adı “istismar”da geçmezdi. Emeği sömürülen çocuklar vardı ama “cinsellik”te adı geçen neredeyse hiç duyulmamış, yakın veya uzak akrabada bile böyle bir yakınlık söz konusu bile olmamıştı.
Elbette o zaman da cinsel tercihi farklı olan vardı, bazen bunu dedikodu olarak duyardık, bazen de bazı sanatçıların kadınsı kıyafetlerinden tahmin ederdik.
Ama ne olursa olsun bu açığa vurulmaz, kadınsı kıyafet giyinen sanatçının bile “edep dışı” bir davranışı basına yansımazdı.
Belki de bir zamanlar utanıyorduk…
Hayâ nedir biliyorduk…
Arlanıyorduk belki de…
Henüz çatlamayan bir ar damarımız vardı…
Hem Allah’tan da korkuyorduk, hem de kuldan utanıyorduk…
Yarın çoluk çocuğumuzun yüzüne nasıl bakardık, toplum içine nasıl çıkardık, ne derlerdi, ne söylerlerdi, kendimizi nasıl savunurduk…
Bunu bir suç işleyeceğimiz zaman düşünmezdik. Suçu ortaya çıkan ve toplumda “sapık” olarak bilinen insanların düştüğü durumun başımıza gelmesi halinde, nasıl bir halet-i ruhiye içine düşeceğimizi düşünerek tahayyül eder, korkar, ürperir ve hayâ ederdik.
Belki bize çok şeyi çok fazla ayıplıyorlardı, çok “cıss” edenler vardı, her şey günahtı, her şey ayıptı ve aslında normal görülmesi gerekenler de ayıp/günah sayılıyordu…
Ama olsun, belki de o nedenle utanmak vardı…
Kendi hakkını savunurken bile edeple savunulurdu.
Bir zamanlar utanıyorduk, çocuk babasından utanıyordu. Baba evladından utanırdı, ona göre giyinirdi. Kadın kocasından, koca karısından utanırdı. Ulu orta her şey sergilenmezdi.
Elbette o zamana göre toplum baskısı vardı, yerleşik algı baskısı vardı, aile baskısı da vardı ama buna rağmen “özgür olayım da saçıp savurayım” diyen bulunmazdı.
Bir zamanlar utanıyorduk, utanılacak konuları da gizliyorduk.
Gazeteler yazarken sansürlerlerdi, büyükler kızdığında “hey bilmem ney” diyerek küfrü ağzına bile almaya utanırdı.
Şimdi sinemada küfür, mizah olmuş. Virgül yerine bir yerlere bir şeyler koyuyorlar uluorta ve gülüyoruz kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı hep birlikte…
Çocuk yaştaki kişilerle birlikte olan zenginse aşk yaşıyor, fakirse sapık.
Bebekleri “büyük” olarak gören zekâ özürlüler aramızda dolaşıyor ama aynı bebeklerin sosyal medyada, sapıkların ağına doğru ittiğimizi unutuyoruz…
Televizyonlar felaket tellalı, cinsellik çukuru, ar damarı çatlayanların ilk başvuracağı kutu haline dönüşmüş.
Devlet tedbir aldığında RTÜK’ten gireriz, “dokunma” diyerek bütün sapık siteleri, bütün sapık yayınları, bütün sapık filmleri savunuruz, sonra da “benim bendenim” olur, neyi layık görürsek görürüz.
Devlet tedbir almadığında, “devlet eliyle sapık yetiştiriliyor” diyerek, olan her olumsuzluğun sebebini dine, devlete, millete, ülkeye veya bir kente mal ederiz ama asla suçu kendimizde, kendi yaklaşımımızda aramayız.
Minicik yavruyu Kur’an öğretmeye götürdüğümüzde kıyameti koparırız, çünkü o yaştaki çocuğun kendi iradesi henüz yoktur. Ama aynı yaştaki çocuğu soyup soğana çevirecek etkinlikleri “sanat” bilir, saygı duyarız…
Eskiden hak yemek ayıptı, para çalmak ayıptı, rüşvet almak ayıptı, rüşvet vermek ayıptı, başkasının namusuna göz dikmek ayıptı. Utanırdı insanlar ve her zaman utanacak bir şeyler bulurlardı, çünkü çatlamayan bir ar damarları vardı.
Bazen kendi kendime soruyorum, o zaman mı daha iyiydi, şimdi mi diye. İnanın artı ve eksi hesabı yaptığımda dahi işin içinden çıkamıyorum.
Gerçekten de bir zamanlar utanıyorduk; açıktan yaptıklarımızdan değil, karanlıkta yaptıklarımızdan da…
Arsızlığımıza, vicdansızlığımıza, merhametsizliğimize, doyumsuzluğumuza, ihanetlerimize bakarak, “bize ne oldu” deyip dövünmeye gerek yok. Kendi elimizle, kendi hayâ perdemizi yırtıp attık.
Bakın! İnsanlığımız da birlikte, yerlerde sürünüyor…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.