Naif Karabatak
Bu Defa Yargı “Kral Çıplak” Diyendi! (1)
Ramazan tadında bir yazı olsun istedim. Bazen güldürsün, bazen düşündürsün ama haykıracağı kadar, “Kral Çıplak” diye haykırabilsin. Gülerken de, güldürürken de, hatta üzerken bile gerçekleri haykıran olsun istedim…
Biraz hikâye serpiştirelim, biraz masal dünyasında gezinelim, biraz oradan, biraz buradan…
Ama sonuçta bugüne dek söylemediğimizi haykıralım; Kral Çıplak diyelim…
Ancak başta bir uyarı yapmam gerek.
İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ni çocuk yerine koymaya niyetim yok. Bunu baştan söyleyeyim de sonra Adliye koridorlarında tur atanlardan olmayayım.
Ama ortada bir çocukluk var…
Bu, gerçeği haykıran bir çocukluk…
Hepimiz, bulunduğumuz çevreye göre “bize ne derler”, ya da “nasıl karşılarlar”, belki de “hain damgası yer miyim?” gibi kaygılarla sus pus olduğumuz bir zamanda, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, “Aaaa Kral Çıplak” deyiverdi…
Mahkeme ne dedi de bir masalı hatırladım, onu sona bırakalım…
Biz masalımıza geçelim…
Efendim, meşhur hikâyeyi bilirsiniz.
Dilden dile anlatılan bir masal vardır.
Merak etmeyin, bilmiyorsanız birazdan okuyacaksınız
***
Bir varmış, bir yokmuş diye başlardı bütün hikâyeler.
Develeri tellal ederdik, pirelere berber önlüğü giydirirdik.
Sonra annemizi uyutmak için beşiğinin başına geçer, tıngır, mıngır sallamaya başlardık…
Ve bir hayal aleminde başlayan, dilden dile anlatılan öyküyü merakla, sabırla, heyecanla, kahkahayla dinlerdik/anlatırdık…
Çok eski zamanlarda, bilinmeyen bir ülkede, adı bilinmeyen bir kral yaşarmış.
Kral olmakla, bütün aklın kendinde toplandığına inanmak gibi bir de ukalalığa sahipmiş.
Sadece bu değil tabii, bir de o zamanın en iyi giyineninin de kendisi olduğuna inanırmış.
Zaten bir kendisi varmış, bir de diğerleri…
Dünyanın en akıllısı oymuş.
Ondan yakışıklı, ondan güzeli yokmuş…
Akıllı o, güzel o, yakışıklı o, boy onda, pos onda, endam onda, cilve onda, çalım ondaydı…
Hani demokrasiyle yönetilen bir ülke olmadığı için, seçimle gelen bir kral da değildi. Yani burada hemen ‘Gezi’ sponsorlarının Krala darbe planlamasının âlemi yoktu…
Gel zaman, git zaman komşu ülkenin kralı mütesna kralı ziyarete gelecekmiş. Daha önce aralarında “en iyi” tartışması yaşandığından olmalı ki, ükral, farklı şekilde konuğunu karşılamaya niyetlenmiş.
Bunun için hiçbir ülkede görülmesi mümkün olmayan bir elbise diktirilmesini istemiş. Çağırmışlar ülkenin en iyi terzilerini…
Hani o zaman modacı denmediği için Cemil İpekçi’nin burada alınganlık göstermesine gerek yok.
Tellaklar meydanlara inmiş, “duyduk duymadık demeyin” diye peşinen suçlanacakları için halkı uyarmak zorunda kalmışlar. Bu arada o ülkenin MİT’i de harı harıl ünlü terzileri bulup, evlerine gece yarısı operasyonları düzenliyorlarmış.
Tabii bu arada herkes maharetini sergiliyor, Kral da beğenmeyip, bir kenara atıyormuş.
İşte ne olduysa orada olmuş…
Genç bir terzi, elinde hiçbir şey yok, tir tir titriyor…
Kral bundan da bir şey beklememiş, doğrusu biraz da acımış. (Aaaa merhameti varmış diyen çıkmamış!)
Ne yaptığını sormuş tabii.
Genç, hayatının kumarını oynamaya niyetlenmiş.
Nasılsa bedeninin üzerinde duran kellesi tehlikede…
Beğenmezse kelleden olacak ama ya beğendirirse…
Kralın aklıyla dalga geçmek gibi büyük bir risk almış.
-Majesteleri, size öyle bir kumaş dokudum, öyle bir elbise dikeceğim ki, bunu sizden önce hiç kimse giyinmemiş olacak.
Kral umutlanıp umutlanmama konusunda henüz karar verememiş.
Terzi devam etmiş; “Ancak bir şartım var..”
Bak şu ukalaya…
Zaten kral ukala, bir de terzi ukala…
Belki de deli deliyi görünce değneğini saklarmış…
Öyle olmuş…
Devamı Yarına…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.