Naif Karabatak
Kamunun Hastanesi Varmış, Sevsinler!
Bizim buralarda bir söz var; “Desinler Haço’nun hançeri var” diye. Bu söz, uygulamada değil, sözde veya kâğıt üzerinde kalan işler için kullanılır. Süs olsun diye, “Dostlar pazarda görsün” babından. Hani desinler diye. Ya da bir zamanlar moda olan “sözde değil, özde”nin tam tersi.
Sağlık eski bakanı Recep Akdağ’ın sağlıkta dönüşümden sonra sağlıkta kördüğüm yapıp gittiği bir uygulama; Kamu Hastaneleri Birliği. Önce belli pilot bölgelerde, sonra tüm ülke sathına yayıldı bu “henüz rüştü ispat edilmemiş” uygulama.
Hep iyi niyetle başlardı zaten, “kervan yolda dizilir” diye düşünürlerdi. “Hele bir başlayalım, aksaklıkları tespit ede ede düzeltiriz” derlerdi.
Belki doğaldır, her uygulama böyle başlardı bizde, aksi olmuyordu nedense. Test etmeye zaman yoktu, ülkeyi laboratuvara çevirmek çok daha kolaydı. Hani bu yeni bir buluş değildi ki, laboratuvarda incelenip, denekler üzerinde etkisi ölçülsün. Koca bir ülkeyi denek yapmaktan kolayı olmazdı, belki koltuğun giderdi ama kolaydı.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bu uğurda koltuğunu feda etti. Belki daha büyük taltifler bekliyor da olabilirdi ama uygulamanın sancıları yurdun dört bir yanından duyulmaya başlandı.
Çok büyük iddialarla, çok büyük “başarı” beklentisiyle kollar sıvandı. Belki “kollar sıvandı” lafı çok yerinde olmadı, “atamalar pay edilerek işe başlandı” demek daha uygun olurdu. Her yerde “liyakat” olarak kabul gören “aidiyet” farklıydı.
Şimdilik konumuz, Kamu Hastaneler Birliği uygulamasının tutup tutmadığı değil. En azından ilk altı aylık notlarını (doğru bir puanlama olursa eğer) aldıklarında konuşabiliriz.
Şimdi anlatacağım hikâye farklı. Üç farklı yer, üç farklı hastane ve üç farklı işlem, bu işin tutup tutmayacağı üzerine bir fikir verecektir diye düşünüyorum. Yoksa daha önce her hastanenin alımda “koruduğu” iddia edilen firmalar yerine, şimdi bütün hastaneler için “korunacağı” iddia edilen firmaların olması, eskilerini “sindirme” politikalarının etik kurallar dışında olması, yönetimde bulunanların “aidiyetleriyle” alakalıdır ve bunun nasıl olacağını her kent, çok yakından takip edebilecektir.
Benim anlatacağım hikâye bunlarla ilgili değil.
Yoksa hastane yöneticilerinin “tasarruf” diyerek, tasarruf anlayışı dışında, vatandaşı sağlığından edecek alımların durdurularak, gereksiz yere yapılan alımlarla da yapılan tasarrufa rahmet okutulmasından da söz etmeyeceğim. Bir gece yarısı genç kızları bile “ne haliniz varsa görün” diyerek servislerini kaldırmalarından da söz etmeyeceğim. Dedim ya ben başka şeyden bahsedeceğim dedim, neredeyse yazının sonuna geldik.
***
Birinci hikâyemiz herhangi bir ilimizde, her hangi iki hastanemizde geçiyor.
25 yaşında bir genç kadın doğum yapar. Ancak zatürreye yakalandığı için acilen yoğun bakıma alınması gerekiyordur. Kamu Hastaneleri Birliğine bağlı başka bir hastane aranır ve durum anlatılır. “Gönderin” der doktor ve derhal yoğun bakıma çıkar. Zaten 112 hastayı yetiştirmiştir.
Doktor alışkın olduğu şekilde işlemleri sıralar ve ardından da yerine getirildiğini sanır. Bir döner ki hiçbir personelin kılı bile kıpırdamıyor. Sinirlenir, bir yanda hastanın durumu ağır, bir yanda iş yapmayan personel pel pel bakıyor. “Neden davranmıyorsunuz?” diye çıkışır. Personelin boynu büküktür; “yapamayız, bizde yok”
“Nasıl yani” diye şaşırır doktor, “burası yoğun bakım” ama yoktur işte, bir başka hastaneye verilmiştir.
O zaman “damar yolu açılmalı” diyerek o talimatı verir ama pel pel bakan personelin durumunda tek değişiklik, yüzlerini biraz daha asmaları olur. “kelebek yok, damar yolu açılamaz” cevabıyla doktor biraz daha gerilir. O nerededir acaba, hepsi diğer hastanede…
Sağlıkta çare tükenmez, “seyyar röntgen” çekilerek, durumuna bakmak ister doktor. Yine aynı manzara, yine asık surat ve boynu bükük personeller. “Ona ne oldu, o da mı başka hastaneye gitti?” diye bu defa alacağı cevabı doktor sorar. Evet gitmiştir ama geri gelmiştir. Yalnız gelirken yolda düşmüş, camı kırılmıştır.
Kapının hemen dışında ise hastasının şifaya kavuşmasını bekleyen yakınlarının “sağlıktan umut kesmeden” şifa bekledikleri gözlenir ama bu kısa sürer, hastalarını alıp, başka bir ile götürmek zorunda kalırlar, hani sevkler duracaktı ya!
***
İkinci hikâyemiz de bir başka yerde, bir başka hastane…
Üroloji Uzmanı bir hastasını ameliyat etmeye karar verir ama hastanın kalpten sorunu vardır, Kardiyoloji Uzmanının onayı gerekmektedir. Ne yazık ki hastanede kardiyoloji uzmanı kalmamış, hepsi diğer hastaneye nakledilmiştir. Dosya elde dolaşır hasta, Kardiyoloji Uzmanı bulacak da, “onay” alacak. Dolaşana kadar kalbine bir şey olmazsa, ameliyat olacak ama olursa…
***
Üçünü hikâyemizin yeri de belli değil.
Yoğun bakımda bir telaş var, acil bir hasta sedyede ve derhal uyutulması gerekiyor. Doktor emirler yağdırır, “şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın” diye ve ekler “Anestezi uzmanını çağırın” işte o olmaz.
“Neden?”
Sadece bir uzman vardır, diğerleri başka hastanelere nakledilmiş, o da şu an bir başka hastanede ameliyattaymış.
Doktor kızgınlıkla çıkar, aynı elbiseyle alelacele giderek uzmanı yalvar yakar getirir ve ameliyat yapılır…
***
Bu üç hikâyenin ortak iki noktası var.
Birincisi her üçünde de “nakledilen” bir yer olması. Zira o nakledilen yerde de “desinler Haço’nun hançeri var” diye göz boyama var.
İkinci ortak noktası ise üç hikâyede de Kamu Hastaneler Birliği’ni yönetenler ortada yok. Yani kâğıt üzerinde var ama uygulamada yok. Daha çok “aidiyet bağı” olduklarıyla VİP’de teşrik-i mesaideler…
Hani “desinler Haço’nun hançeri var” gibi bir şey, ya da kamunun hastanesi var, sevsinler…
Twitimden seçmeler
Ne yapacağınızı biliyorsanız yüzde ellisini tamamlamışsınız demektir. Kalanıysa sizin çabanıza kalmış.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.