Naif Karabatak
Sırtından Sopayı, Karnından Sıpayı Eksik Etmemek
Özellikle “hak” kavramı gündeme geldiğinde tarihsel boyutundan farklı olarak “günübirlik” değerlendirmeler yapıyor ve asıl yanılgıyı da burada düşüyoruz. Oysa “hak” kavramının esirgenmesi veya sonuna kadar verilmesinin genlerimizle bir ilintisi var.
Eskiden yaşlılar kadınları zapturapt altına almak için iki sihirli(!) formüle sahiplerdi. Zaten söz hakkı olmayan genç kızlar veya yeni evli kadınların, hiçbir zaman dilinin çıkmamasının yolu “sopa” ve “sıpa” ikilisinden geçiyordu.
Hatta bunu atasözü haline getirmişlerdi; Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin…
İşte o zaman kadın, yediği dayaktan dolayı bir köşeye sinerdi.
Sürekli hamile kalıp, doğurduğu çocuklara bakma durumunda olduğundan dolayı da “farklı şeyler” aklına bile getirmezlerdi.
Benzeri askerlikte de vardı.
Askerdeyken anlam veremediğim bir kazı çalışması vardı.
Erler bir yeri kazıp, toprakları çıkarıyorlardı, sonra da başka erler o toprakları çukura doldurarak kapatıyordu.
İstihkâm bölüğü de olmadığından çukur kazıp, geri doldurulması ilgimi çekmişti. Bunu samimi olduğum bir komutana sorduğumda, askerlerin başıboş bırakmaya gelmeyeceğini söylemişti.
İşte o zaman kavradım ki, insanları “farklı şeylerle” meşgul ederek, asıl ilgileneceği konuların ötelenmesini sağlıyorlardı.
Gerçek hayatta da bu böyleydi, verdiğiyle yetinecek bir çark oluşturulmuş, “devletlû” neyi emrediyorsa onun kifayet edeceğini, aksinin ise anarşi çıkaracağına inandırılmıştık.
Temel Hak ve Özgürlüklerin tümüne bakış açısında yatan ana sebep “devletlû” bakış açısıdır.
“Ne kadar oyalayacaksa, o kadar hak” verilmesi gerekiyordu.
Ağızlara bir parmak bal çalıp, uzun süre acı reçete uygulanabilirdi.
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek de mümkündü.
Dimyata pirince giderken, evdeki bulguru kaybetmeme adına özgürlük taleplerini bizler de “gıdım gıdım” istemeye başladık.
Ve şimdi çektiğimiz acılar, reva görülenden çok istemekten kaynaklanıyor.
Diyelim Kürt’sünüz, anadilinizde konuşmak istiyorsunuz.
Aslında en temel hakkınızdır bu ve buna sahip olmak için birilerinin iznini beklemeye gerek yoktur.
Ama beklememiz gerektiğine inandırılmışız…
Önce resmi dairelerde “Burada Türkçeden başka dille konuşmak yasaktır” diye uyarıcı levhalar asılırdı, köylü vatandaş derdini anlatamazdı.
“Başka dil”in içine İngilizce, Almanca veya Fransızca girmez, sadece Kürtçe kastedilmiş olurdu.
Bir bakıma yasak bile kendi içinde şifreli ama kapsadığı alan aleniydi.
***
Böyle bir ülkede biz temel hak ve özgürlüklerin peşine düşmüş, neden Allah’ın verdiği hakkı bir başkasının gasp etme hakkına kurban edildiğini boş yere sorgulayıp duruyoruz.
Oysa bu bizim genimizde var. İşbaşına geçen biz olsak da vereceğimiz hak, anlayışımızdan öteye gitmeyecektir.
Bugüne kadar “Türkçe ezanın aslına döndürülmesi ve yasak olan Kur’an-ı Kerim’in serbest bırakılması” dışında, hangi siyasi partinin temel hak ve özgürlükleri üzerine seçim vaatlerini duydunuz?
Hiç hatırlamıyorum, çok uzun bir süre boyunca bunları vadedeni ve vaadini yerine getiren siyasi bir partiyi ya da iktidarı görmedim.
Genellikle yoksulluk üzerine siyaset yapıldı, milliyetçilik kaşındı, terör sorgulandı, tütüne getirilen kota bile bütün haklardan öne çekildi ve her seferinde siyasilerin temcit pilavı gibi önümüze koydukları vaatleri değişmedi, biz de “bu kadarıyla” yetineceğimizin bilinciyle davrandık.
AK Partiyle birlikte temel hak ve özgürlükler konuşulmaya, verilmeye, genişletilmeye çalışılsa da, anlayış, aynı şekilde sürmeye devam etti, ediyor da…
Kürtçenin ana dil olup olamayacağını konuşuyoruz, anadiliyle konuşanların olduğunu ve bunun bir hak bilinmesi gerektiğini bilerek…
Başörtüsü de aynı…
Düne kadar başörtülüleri “vebalı” gören zihniyetle mücadele ettik.
Sonra “başarılı” olan başörtülü genç kızların ödül töreninde yapılan zulümleri görüp, “bari ödülünü verin” diyerek kanaat edebileceğimiz sınırı çizdik.
Ve bir süre sonra “henüz asaleti tasdik olmamış”, yani stajyer olarak görev yapanlara Devlet Memurları Kanununun uygulanıp, başlarının açılmasının bir zulüm olduğunu belirterek “kanaat edeceğimiz” yeni bir sınır çizdik kendi kendimize…
Ve nihayet şimdi “stajyere var da, çalışana yok” diye bir başka sınır çizmeye başladık.
Çünkü bizi idare edenler de aynen bizim gibi düşünüyordu.
Biz başa geçtiğimizde de farklısını yapmayacak olduğumuzun bilincindelerdi.
Her zaman ve her ideolojik anlayışta da, siyasi partilerde de “izin verildiği” ölçü vardı.
Bu belki de “tahammül sınırıydı” ve herkes, hak vermeye karşı cömert değildi, babalarının kesesinden çıkıyor gibi pinti davranabiliyorlardı.
İşte o nedenledir ki, biz kadınların kıyafetini belirleme hakkını ezelden beridir elimizde tutan bir milletiz.
Yetmemiş, sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmiyoruz.
Üstüne de tuz biber olsun diye organik biber gazı serpiştiriyoruz…
Twitimden seçmeler
Yağcılığın hiç bir türlüsü sevilmez ama “Sivil Toplum” olduğunu iddia eden STK'ların yağcılığı hiç ama hiç sevilmez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.