Alo! Beni Tanımadın mı?

Son yüzyılın en sıcak günlerinde, yüzde yüz nem oranıyla buhar olup uçmadığımıza şaşım şaşım şaşırırken telefonum çaldı. Tanımadığım bir ses, anında tanımadığımı anlamış olacak ki, “Alooo! Beni tanımadın mı?” diye sorma gereği duydu.

Tanımamıştım.

Yüzünü görsem belki hatırlardım ama görüntüsüz aramayla, hafızamda bir yer etmeyen sesini tanımam mümkün olmadı.

Vay be!” diye beni küçümsedi telefonun diğer ucundaki tanımadığım adam…

Demek telefonumu bile sildin ha!” diye hayıflandı, beni yerden yere vurdu. Hatta yetmedi alıp önce duvara, sonra tavana vurup, sonra da pörsümüş bir şekilde bir köşeye attı.

Ama ben sıkılıyorum, üzülüyorum, mahcup oluyorum. Ya çok tanıdığım biriyse ya can ciğer kuzu sarması olduğum biriyse ve ben bir halt edip adamcağızın telefonunu sildimse…

Ben bir yandan sesi tanımaya, bir yandan da konuşmasından bir mana çıkarmaya çalışıyorum. Diğer yandan da terim terim terliyor, buhar buhar oluyorum. Serinlenmek için sahile gitmeye hazırlanan eşim ise “hazırım” mesajını bana ayaklarının ucuna basıp, dikkatimi çekmeye çalışarak veriyordu.

Ben Deniz” dedi birden telefondaki adam.

Hayatımın hiçbir döneminde “Deniz Baykal” hariç, Deniz isminde birisini tanımadım veya arkadaşlığımız, tanışıklığımız, oturup yemiş yemişliğimiz olmadı. Deniz Seki vardı elbet ama o Deniz’in bayan versiyonuydu.

Üç fidan da vardı; Deniz Gezmiş de onlardan birisiydi. Onu idam edenler, her yıl onu anarak günah çıkarmaya devam ediyorlardı.

Ünlüler, ünsüzler, imla kuralına uyan ve uymayanlar hariç, benim hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir şekilde, akrabalık, dostluk, tanıdıklık, uzaktan veya yakından aşinalık ettiğim, yarenlikte bulunduğum bir Deniz yoktu. Benim için tek Deniz, sahiline gidip huzur bulduğum yerdi.

Ama telefonun ucundaki “alo” demeye devam ediyordu. Bir de uzatarak, “aloooo” diye dikkatimi çekme çabasındaydı.

Benim dikkatim ise telefonun diğer ucundakine kadar ulaşmıyor, ulaşsa da oradan birisini çekip çıkarmaya yetmiyordu.

Kusura bakmayın, tanımadım” dedim. “Kendinizi tanıtır mısınız?” diyerek daha fazla ayrıntı bekledim.

Yıl 2013” dedi, telefondaki meçhul Deniz

2013 yılında henüz İstanbul’a göçmemiştim. Demek ki söz konusu olan Deniz, Adıyamanlı bir Deniz’di ama Adıyaman’da Deniz yoktu. Sadece Fırat Nehri çağlayıp dururdu.

Kayseri” dedi Deniz

Kayseri’de yaşamadım ama çok sık gidip gelmişliğim vardı ama Deniz isimli birisini tanımıyordum.

Erciyes Üniversitesi” diye devam etti.

Erciyes Üniversitesinde okumamıştım, okuyan birisiyle yarenliğim olmamıştı. Önünden geçmiş, sağında ve solunda bulunmuş… Ha hatırladım, bir kez üniversiteye girerek bir akademisyenle muhabbetimiz olmuştu ama o Deniz değil, Volkan’dı. Henüz lavlarıyla hiç kimseyi yakmamıştı.

Tıp Fakültesi Hastanesi, dedi telefonun ucundaki Deniz

Bak işte, şimdi iş değişti.

Tıp Fakültesi Hastanesine gitmişliğim çoktu. Kendim için değil ama insanlık için çok uğramış, çok uğraşmış, rahmetli babamla çok kere hastane köşelerinde kalmıştık.

Bir yakınınıza kan vermiştim” dedi…

Vay be!

Bu defa “vay be!” benden çıktı.

Yüzünü bile görmediğim bir kan verenim, 11 yıl sonra telefonumu nereden buluyorsa buluyor, yetmiyor arıyor, yetmiyor bende olmayan telefonunu sildiğime inanıyor, yetmiyor benim onu tanımam gerektiğine inanıyor ve yine yetmiyor, kim bilir ne istiyor…

Hatırlayamadım” dedim.

O an için ne aklıma rahmetli babam ne de başka bir yakınım gelmişti. Telefonu kapattıktan sonra merhum babamın muayene ve tedavi olduğu o acı ve hüzün dolu günler aklıma geldi ve o zaman kan verme olayını da hatırladım.

Ama bir kere Deniz’e “hatırlamıyorum” dedim ve onun bilmem kaçıncı kez “vay be!” demesine müsaade etmeden, “yanlış numara” diyerek kapattım.

Sonra aklıma geldi tabi. Hafızayı yoklayıp, o hüzünlü günleri andığımda rahmetli babama bir kez kan verildiğini hatırladım.

Ama en ilginci, kan vereni hiç görmemiştim. Kayseri’de bir arkadaş kanı uyan birisini bulmuş, hastanede de kan alınmıştı.

Bu defa merak ettim; 11 yıl sonra hiç tanımadığım ve hiç yüzyüze gelmediğim, telefonla dahi konuşmadığım bir iyilikseverin, neden şimdi aradığıydı.

Kan mı lazımdı?Kan kardeşliği mi yapacaktık?Kan parası mı isteyecekti?Kana kan, dişe diş mi olacaktık? Etle tırnak gibi artık ayrılmayacak mıydık?

Ama telefonu kapatmıştım ve bütün bunları öğrenmeye niyetim de yoktu, merak da etmiyor değilim!

Sahi Deniz, sen beni neden aramıştın; neden gerçek niyetini peşin peşin söylemeyip, taksit taksit işi kana bağladın. Ee, kan görünce düşer bayılırsam ne olacak?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi

Mantı

12 Ağustos 2024 Pazartesi 16:20